Etiket arşivi: ARAŞTIRMA DOSYASI
ARAŞTIRMA DOSYASI : Suriye Krizi, PYD ve 2. Cenevre Konferansı
ARAŞTIRMA DOSYASI : İsrail-AB İlişkilerinde Yahudi Yerleşim Yerleri İnşası Krizi
Firuze Yağmur Gökler
ORSAM Uzman Yardımcısı
firuzegokler
İsrail’in Doğu Kudüs ve Batı Şeria Yahudi yerleşim inşaları Altı Gün Savaşlarından (1967) sonra artmıştır. Filistin topraklarında dört ana bölgede İsrail’in toplam 600 bine yakın yerleşimcisi bulunmaktadır. Bu dört ana bölge Gazze Şeridi, Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Golan Tepeleridir. (1) Bu dört ana bölgeden olan Gazze Şeridi 2005 yılındı boşaltılmıştır, ama diğer üç bölgeye yerleşim yerleri inşaları uluslararası arenada tepkilere, bu konuyla ilgili alınan kararlara ve yaptırımlara rağmen artarak devam etmiş ve etmektedir.
Avrupa Birliği İsrail’in Filistin topraklarında inşa ettiği yerleşim yerleri ile ilgili İsrail tarafı ile birçok kez görüşmüş ve bu konuyla ilgili rahatsızlıklarını ve yapılması gerekenleri her fırsatta dile getirmiştir. İki taraf arasında yapılan görüşmelere ve uluslararası tepkilere rağmen İsrail bu bölgelerde Yahudi yerleşim yerleri inşaatına devam etmektedir. Bu durumun devam etmesinden dolayı Avrupa Birliği’nden ve Birliğin üye ülkelerinden tepkiler gelmeye başlamıştır. Birlik İsrail’in bu tutumuna karşı tepkilerini ise birçok yönden göstermekte ve bu tutumundan vazgeçmesi için İsrail’e baskı yapmaktadır. 2001 yılında AB-İsrail Gümrük Birliği Komitesi toplantısında; AB tarafından tanınan vergi muafiyetinden Filistin’in işgal edilen topraklarında üretilen İsrail ürünlerinin yararlanamayacağı açıklanmış ve konuyla ilgili çözüm bulunamazsa kararın yürürlüğe gireceğine değinilmiştir. Böyle bir kararın alınması İsrail’i yılda 250-300 milyon dolar zarara uğratmaktadır.
Avrupa Birliği 2013’ün Temmuz ayında Yahudi yerleşimleri ile ilgili bir başka kararla ile İsrail’in konu ile ilgili devam eden tutumuna tepkilerini koymaktadırlar. Avrupa Birliği’nin bu yeni kararında İsrail AB’nin verdiği fonları bu bölgedeki yerleşim yerlerinin inşasında kullanmama zorunluluğu getirmektedir. Başka bir deyişle AB İsrail’e kullandıracağı fonları ancak 1967 öncesi sınırlarında kullanım şartını getirmektedir. Yönetmelik Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün İsrail Devleti sınırları dışında olduğunu söylemekte, 2020’ye kadar Avrupa Birliği ve İsrail arasında 1975’te imzalanan işbirliği anlaşması dahilinde Birlik tarafından İsrail’e sağlanacak fonları belirlemektedir.
Avrupa Komisyonu Sözcüsü Maja Kocijancic yaptığı açıklamada Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin kanunsuzluğuna dikkat çekmiş ve konuyla ilgili görüşlerini şu şekilde dile getirmiştir: “Konuyu takip edenler için bu uzun zamandır devam eden AB pozisyonu ile ilgili. Yahudi yerleşimleri uluslararası kanunlara göre yasadışıdır. Aynı zamanda daha önce belirttiğim gibi Avrupa Birliği İsrail’in işgal ettiği topraklardaki hakimiyetini tanımamaktadır.” (2)
Son olarak geçtiğimiz haftalarda Avrupa Birliği ülkeleri İngiltere, İspanya, Fransa ve İtalya kendi ülkelerindeki İsrail büyükelçilerini dışişleri bakanlıklarına çağırarak İsrail’in Doğu Kudüs ve Batı Şeria’daki kanunsuz inşaatlarını protesto etmişler ve büyükelçilere kaygılarını iletmişlerdir. Bu dört ülke İsrail’in bu tutumunun İsrail- Filistin barış sürecini sekteye uğratacağını ve büyük zarar vereceğini dile getirmişlerdir. Avrupa’nın yerleşim kararına vermeyi planladıkları diğer tepkiler arasında İsrail’le yapılan stratejik diyalog toplantılarının askıya alınması, buralarda üretilen tüketim ürünlerinin etiketlenmesi hatta Yahudi yerleşimlerine bazı yaptırımlar uygulanması öngörülmektedir.
İsrail ise AB’nin bütün bu tutumlarını her defasında sert bir dille eleştirmiş, AB’yi yanlı ve kısasa kısas bir tutum takınmakla suçlamıştır. AB ve İsrail arasında yaşanan bu gelişmeler, iki taraf arasında gerginliğin artmasına neden olmuş ve ilişkileri zedelemiştir. Oysaki Avrupa Birliği her fırsatta İsrail’e yerleşim yerleri ile ilgili kaygılarını dile getirmiş ve İsrail’in bu konuyla ilgili daha dikkatli davranması gerektiğini dile getirmiştir. Ayrıca Avrupa Birliği, İsrail’in atacağı adımların barış sürecini olumsuz yönde etkilememesi gerektiğini vurgulamıştır. Bütün bu uyarılara ve yaptırımlara rağmen İsrail bu bölgelerdeki yerleşim yerlerine devam etmektedir ve bu durum hem İsrail- Filistin barış sürecini sekteye uğratmakta hem de AB ile olan ilişkileri ciddi bir boyutta yıpratmaktadır.
(1) Al Jazeera Türk, “Kronoloji: İsrail’in işgal altındaki topraklarda yerleşim faaliyetleri”, http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-israilin-isgal-altindaki-topraklarda-yerlesim-faaliyetleri , Erişim: 01 Şubat 2014
(2) Euronews, “AB’den Yahudi yerleşimleri dolayısıyla İsrail’e boykot”, http://tr.euronews.com/2013/07/16/ab-den-yahudi-yerlesimleri-dolayisiyla-israil-e-boykot/, Erişim: 01 Şubat 2014
ARAŞTIRMA DOSYASI : AB ile Rusya Arasında Ukrayna
ARAŞTIRMA DOSYASI : Cenevre 2 Konferansı İlk Oturumunun Ardından
Oytun Orhan
ORSAM Ortadoğu Uzmanı
Suriye’deki iç savaşın çıkmaza girmesi neticesinde karşıt kampları destekleyen iki büyük güç ABD ve Rusya, Suriye’de tek çıkış yolunun siyasi çözüm olduğu konusunda uzlaşmıştı. Bu mutabakatın sonucu olarak Haziran 2012 tarihinde ABD ve Rusya öncülüğünde BM Daimi Üyeleri, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, Arap Ligi ve aralarında Türkiye’nin de olduğu bazı bölge ülkelerinin katılımı ile Cenevre Konferansı gerçekleşmişti. Konferans sonunda 30 Haziran 2013 tarihinde Suriye’de siyasi geçiş için yol haritasını belirleyen Cenevre Bildirisi yayınlanmıştı. Bildiri temel olarak, tam yürütme gücüne sahip, içinde rejim ve muhaliflerden temsilcilerin yer alacağı geçiş hükümeti kurulmasını, geçiş hükümetinin seçimleri denetlemesi ve ülkede demokrasiye geçişin önünü açmasını öngörmekteydi. Ayrıca, Suriye’nin tüm toplumsal kesimlerini içeren bir ulusal diyalog sürecinin başlatılması, yasal sistemin gözden geçirilmesi, özgür ve çok partili seçim için yeni kurumların kurulması gibi başlıklar bildiride yer almıştı.
Cenevre Konferansı’nın ardından, uzlaşılan maddeleri hayata geçirmek adına tarafları bir araya getirme çabaları yürütülmüştü. Ancak muhalefeti kimin temsil edeceği, Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Suriye’nin geleceğindeki rolünün ne olacağı konularındaki anlaşmazlıklar nedeniyle ikinci toplantı gerçekleştirilememişti. Çabalar 2013 yılının Kasım ayında sonuç verdi ve BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, Suriye’de barışçıl geçiş için araç olacak Cenevre 2 Konferansı’nın 22 Ocak 2014 tarihinde toplanacağını açıkladı.
Suriye hükümeti 27 Kasım 2013 tarihinde Cenevre 2 Konferansı’na katılacağını açıklamış ancak heyetlerinin Konferans’ta “hiç kimseye iktidarı devretmeye gitmeyeceğini” bildirmişti. Rejim ve muhaliflerin uzlaşamamasının en önemli nedenini ise Devlet Başkanı Beşar Esad’ın ülkenin geleceğinde yer alıp alamayacağına ilişkin tartışmalar oluşturmaktaydı Beşar Esad Konferans’tan üç gün önce Batı basınına verdiği röportajda “"Eğer halk da bunu istiyorsa, aday olmamam için bir neden görmüyorum. Kısacası, adaylık ihtimalim yüksek” ifadelerini kullanmıştı. Bu ifadeler ile ülkenin geleceğindeki rolünün tartışmaya açık olmadığı mesajını vermişti. Aynı röportajda, muhalefetle iktidarı paylaşmalarının söz konusu olmadığını ve Cenevre 2 Konferansı’nın “terörizmle savaşa” odaklanması gerektiğini savunmuştu.
Muhaliflerin Konferans’a katılım kararı ise zor bir sürecin ardından gerçekleşti. Suriye Ulusal Koalisyonu ilk aşamada, Beşar Esad iktidarı bırakma garantisi vermeden Konferans’a katılmayacaklarını açıkladı. Ancak ABD’nin baskısı ile Konferans’tan sadece 4 gün önce katılacaklarını açıkladı. Bu karar dağınık haldeki siyasi ve askeri muhalifler arasında tartışma yarattı. Siyasi muhalefetin bir bölümü ve sahada yer alan askeri muhalefetin büyük bölümü Cenevre Konferansı’nı desteklemediklerini açıkladı. Hatta bazı silahlı muhalif gruplar Konferans’a katılanları “hainlikle” suçladı. Ulusal Koalisyon içindeki en büyük blok Suriye Ulusal Konseyi de Konferans’ı boykot edeceğini açıkladı. Ulusal Konsey, Esad iktidarı bırakmadan müzakereye yanaşmayacakları vaadine ters düşeceği, sahadaki aktivist ve savaşçıların Konferans’ı onaylamadıkları gerekçeleriyle katılmamayı seçtiklerini açıkladı.
Konferans öncesi bu gelişme ve açıklamalar, Cenevre 2’nin Suriye’de iç savaşı sonlandırmak adına kritik bir aşama olacağını ilişkin beklentileri düşük seviyede tutmuştu. Ancak siyasi çözümün tek yol olduğu konusundaki mutabakat, Cenevre sürecinin tek araç olarak desteklenmesini beraberinde getirdi. Konferansın sunabileceği tek başarının Suriyeli sivillere insani yardımın ulaşması için güvenli koridorların kurulması olabileceği görüşü hakimdi. Bunun ötesinde ateşkes ya da siyasi geçişe yönelik adım atılması birçok faktör nedeniyle mümkün değildi. Bu faktörler şu şekilde sıralanabilir:
– Cenevre 2 Konferansı’nın en büyük zayıflığı görüşmelerin, gerçekten bir şeyler yapabilecek güce sahip olan ancak bu konuda samimi olmayan rejim ile bir şeyler yapmak isteyen ancak bunu hayata geçirecek güce sahip olmayan muhalifler arasında yürütülüyor olmasıdır.
– Son aylarda sahada rejim ile muhalifler arasındaki güç dengesi rejim lehine dönmüştür. Bu ortamda ne rejim taviz vermek konusunda istekli olacak ne de muhalifler zayıf konumda siyasi geçişi müzakere etmek isteyecektir.
– Rejimin sahada güçlü olması muhaliflerin kırmızı çizgisi olan “Esad’ın iktidarı bırakması” seçeneğini anlamsız kılmaktadır. Bu durum taraflar arasında bir “uzlaşmaz karşıtlık” yaratmaktadır.
– Anlaşma ve barış ancak güçlüler arasında yapılabilir. Buna karşılık Cenevre 2 Konferansı’nda muhalif kanattaki temsilcilerin sahadaki muhalifleri temsil gücü sınırlıdır. Silahlı muhalefetin yükselen gücü İslami – Selefi koalisyonlar Cenevre’de temsil edilmemektedir. İç savaşın önemli cephelerinden biri haline gelen Kürtlerin temsili konusunda sıkıntı yaşanmaktadır. Cenevre 2 Konferansı’na bazı Kürt partileri Koalisyon çatısı altında katılırken PYD katılmamıştır. PYD şu anda toplumsal destek açısından en güçlü ve askeri güce sahip tek Kürt hareketi konumundadır. Dolayısıyla PYD’nin yer almadığı Cenevre 2 Konferansı’nın Kürtlerin temsili açısından eksik kaldığı söylenebilir. Cenevre 2 Konferansı’nın devam ettiği bir dönemde PYD öncülüğünde üç parçalı Kürt bölgelerinde özerk bölgeler ilan edilmiştir. Dolayısıyla yeni Suriye’nin nasıl olacağına ilişkin bir tarafta görüşmeler yürürken, Suriye’de görüşmelerden bağımsız olarak tek taraflı özerklik ilanları gerçekleşmektedir.
– Temsiliyet sorunu Cenevre 2 Konferansı’nda bir uzlaşı olsa dahi bunun sahada nasıl uygulanacağı konusunda soru işaretleri doğurmaktadır.
– Cenevre 2 Konferansı’nda sağlanabilecek en büyük başarılardan biri de El Kaide bağlantılı Irak ve Şam İslam Devleti örgütünün ortak tehdit olarak kabul edilmesi ve her şeyden önce bu tehdidin ortadan kaldırılması yönünde karar alınması olabilir.
Cenevre 2 Konferansı’nda ulaşılması beklenen en önemli hedef rejim ve muhaliflerin içinde olacağı bir geçiş hükümetinin kurulması idi ancak bu gerçekleşmedi. Konferans’ın ilk oturumunda insani konularda dahi somut adım atılamamıştır. Suriyeli sivillere insani yardım koridorlarının açılması kararı alınamamıştır. BM ve Arap Ligi Özel Temsilcisi Lahdar İbrahimi ilk oturum sonrasında rejimin, kuşatma altındaki Humus’un muhalif kontrolündeki bölgelerinden kadın ve çocukların çıkışına izin vermeyi kabul ettiğini duyurmuştur. Suriye Enforasyon Bakanı Umran Zubi, Cenevre 2 Konferansı’na ilişkin tek olumlu adım olarak sunulan bu gelişmenin esasen Konferans öncesinde rejim ve Kızıl Haç Örgütü arasında varılan bir anlaşma olduğunu duyurmuştur. Bu açıklama bile rejimin muhaliflere taviz verme konusunda ne kadar katı olduğunu göstermektedir.
Taraflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlık durumu ve muhaliflerin temsiliyet gücünün zayıflığı nedeniyle somut bir adım atılamamıştır. Ancak iyimser bir bakış açısıyla; iki tarafın aynı masada bir araya gelmesi, görüşmeleri terk etmemesi ve Şubat ayının ikinci haftasında tekrar bir araya gelme kararı alması olumlu gelişmelerdir. Bunlar diyalogun devam edeceği anlamına gelir ki somut kararların önümüzdeki dönemde alınması umutlarının korunmasını sağlamıştır. Geçiş hükümetinin oluşturulması, iktidar devri ve ateşkes gibi konular yakın ve orta vadede halen müzakere edilebilir değildir. Ancak müzakerelerin devam edecek olması; sivillere yardım ulaştırılması, tutuklu değişimi, bazı mültecilerin geri dönmesi gibi konularda anlaşma sağlanmasına imken verebilir. Diğer bir olumlu boyut, rejim ve siyasi muhalefetin birbirlerini meşru temsilciler olarak kabul etmesidir. Bu açıdan her iki tarafın geri adım attığını söylemek mümkündür.
Cenevre 2 Konferansı’nın kendi başına ateşkes, iktidar devri, geçiş hükümeti gibi konularda çözüm üretmemesi mümkün değildir. Bu konularda gelecekte karar alınabilmesi açısından zemin hazırladığı söylenebilir. Bu tarz kritik konulara ancak sahada rejim ile muhalifler arasında daha dengeli bir ortam oluştuğu noktada geçilebilecektir. Şu aşamada her iki taraf maksimalist talepler öne sürmektedir. Bu da uzlaşmayı imkansız kılmaktadır. Sahadaki durumun dengeye ulaşması tarafları daha gerçekçi bir çizgiye çekecektir. Suriye iç savaşı bölgesel ve küresel güçlerin müdahil olduğu vekaleten savaşa da dönüşmüştür. Dolayısıyla Cenevre sürecinin kritik konularda başarı sağlayabilmesinin diğer koşulu tüm dış aktörlerin siyasi çözüm konusunda uzlaşması ve iç savaşa askeri yöntemlerle çözüm bulma çabasında olan, karşıt kampları destekleyen ülkeler arasında mutabakat sağlanmasıdır.
ARAŞTIRMA DOSYASI : Halep’te Türkmenlerin Çobanbey Direnişi
Oytun Orhan
ORSAM Ortadoğu Uzmanı
Suriye’de en güçlü silahlı muhalif gruplardan İslami Cephe, Halep şehir merkezi ile Türkiye sınırı arasında kalan kırsal bölgede son dönemde Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD)’ne karşı üstünlük sağlamıştı. Kuzey Halep bölgesinden büyük ölçüde çekilmek durumunda kalan IŞİD Rakka’ya yoğunlaşarak Vilayetin neredeyse tamamını kontrol altına almıştı. IŞİD, Rakka’da toparlandıktan sonra çekilmek durumunda kaldığı Kuzey Halep bölgesine 27 Ocak tarihinden itibaren yoğun bir saldırı başlatmıştır. Şu an itibarıyla Cerablus ve Munbiç gibi yerleşim yerlerinin kontrolünü İslami Cephe’den geri almıştır.
Kuzey Halep bölgesinde ve Türkiye-Suriye sınır hattında Azaz-Cerablus arasında kalan bölgede yoğun olarak Türkmenler yaşamaktadır. Türkmenlerin yaşadığı köylerde kontrol Özgür Ordu’ya bağlı Türkmen birliklerde olmakla birlikte bölgenin genelinde güvenliği başta Tevhid Tugayı olmak üzere İslami Cephe’ye bağlı gruplar sağlamaktaydı. IŞİD’in başlattığı son saldırılar neticesinde İslami Cephe ve Türkmen birlikler büyük yerleşim yerlerinden çekilmek durumunda kalmış ve Kilis’e bağlı Elbeyli ilçesinin karşısında yer alan Türkmen kasabası Çobanbey’e çekilmek durumunda kalmıştır. Birlikte hareket eden İslami Cephe ve Türkmen birlikler açısından Çobanbey’e çekildikten sonra iki seçenek kalmıştır. Sınırı geçerek Türkiye’ye sığınmak ya da ellerinde kalan son büyük yerleşim yeri Çobanbey’de IŞİD’e karşı direnmek.
Türkmenler ve İslami Cephe Çobanbey’de direnmeyi seçmiştir. 27 Ocak tarihinden bu yana Çobanbey’de IŞİD ile Türkmenler arasında yoğun çatışmalar sürmektedir. İlk aşamada Türkmenler ve İslami Cephe IŞİD’e karşı başarı sağlamıştır. IŞİD’in Çobanbey’e bağlı Tal Ayşa ve Kap Viran köyleri tarafından gerçekleştirdiği saldırılar püskürtülmüştür. IŞİD bunun üzerine Çobanbey’i havan topu saldırısı ile bombalamaya başlamıştır. Bu saldırılar nedeniyle Çobanbey halkının önemli bir kısmı kasabayı boşaltmak durumunda kalmış ve Türkiye’ye göç etmiştir. Bir gecede 3500’ü aşkın Türkmen Türkiye’ye geçiş yapmıştır. İlk çatışmaların ardından Çobanbey kasabasının 4 kilometre güneyindeki Tal Ayşa ve Cuppun Türkmen köylerine konuşlanmış IŞİD ile Türkmen ve İslami Cephe savaşçıları arasında çatışmalar yeniden başlamıştır. Türkmenler karşı saldırı gerçekleştirerek IŞİD mevzilerini bombalamaya başlamıştır. Tal Ayşa, Alıcı ve Toyran köyleri civarlarında yaşanan çatışmalarda IŞİD tarafından 50’nin üzerinde terörist öldürülmüş, örgüte ait birçok araç ve ağır silah imha edilmiştir. IŞİD bunun üzerine Çobanbey kasabasına bağlı köylerdeki Türkmen evlerini basarak Türkmen askeri birlikleri savaşçılarının akrabalarını tutuklamaya başlamıştır. Taraflar arasındaki çatışmalar Türkiye’ye de sıçramıştır. Hudut hattında TSK’nın iki aracına hafif silahla ateş açılması üzerine TSK karşılık vermiştir. TSK’dan yapılan açıklamada “Çobanbey hudut hattında TSK’nın iki aracına hafif silahla ateş açıldığı, TSK’nın misliyle karşılık verdiği, IŞİD’a ait üç aracın imha edildiği ve IŞİD konvoyundaki pikap, kamyon ve otobüslerin tahrip edildiği” bilgisi paylaşılmıştır.
Çobanbey çevresinde yaşanan çatışmaların birkaç açıdan önemi olduğu söylenebilir:
1. Suriye’deki en önemli iki Türkmen bölgesinden biri olan Halep Türkmenlerinin zorunlu göçe maruz kalması ve Türkmen bölgelerinin boşalması.
2. Türkiye’nin Suriye olan sınırının önemli bir kısmının El Kaide bağlantılı IŞİD tarafından kontrol ediliyor olması ve bunun yarattığı güvenlik riskleri.
3. Hem IŞİD tehdidinin artması hem de Türkiye’nin akraba topluluğu Türkmenlere yönelik sınırının hemen yanı başındaki saldırıların Türkiye’yi sınır bölgesinde çatışmanın içine çekmesi olasılığı. TSK’nın IŞİD konvoyuna saldırısı örnek olarak kabul edilebilir.
Suriye Türkmenleri ülke geneline yayılmış olmakla birlikte Halep ve Lazkiye Vilayetlerinin Türkiye sınırına yakın bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Bayır-Bucak olarak bilinen Lazkiye Türkmen bölgeleri rejimin saldırıları nedeniyle neredeyse tamamen boşalmıştır. Köylerin büyük bölümü Türkmen birliklerin kontrolü altında olsa da rejimin havadan saldırıları devam ettiği için halk Türkiye’ye göç etmiştir. Halep Türkmen bölgeleri ise son çatışmalara kadar böyle bir sorun ile karşı karşıya değildi. Azaz ve Cerablus arasında kalan Türkmen bölgeleri muhaliflerin kontrolü altındaydı ve halkın neredeyse tamamı köy ve kasabalarında yaşamaya devam ediyordu.
Yaşanan çatışmalar neticesinde Halep Türkmen bölgelerinden Türkiye’ye doğru yoğun göç dalgası başlamıştır. Bu durumda Suriye’deki en önemli iki Türkmen bölgesinde büyük ölçüde nüfus kalmamış olacaktır. Bayır-Bucak bölgesinde IŞİD’in üstünlüğü olmasa da varlığı söz konusudur. Yakın zaman önce Türk basınında IŞİD’in Bayır-Bucak’ta Türkmen sivillere yönelik katliamlarına ilişkin haberler çıkmıştır. IŞİD tehdidinin varlığı zaten azalmış olan Bayır-Bucak Türkmen nüfusunun tamamının Türkiye’ye göç etmesine neden olabilir. Aynı şekilde Halep’te çok daha güçlü olan IŞİD’in sivil halka yönelik katliama başlaması Halep Türkmen bölgelerinin tamamen boşalmasını beraberinde getirebilir. Rakka Vilayeti’nde ise zaten az sayıda olan Türkmenler, Vilayet’in en güçlü örgütü konumundaki IŞİD karşısında hiçbir varlık gösterecek durumda değildir. Çobanbey’deki çatışmalar Rakka Türkmenlerini de olumsuz etkileyebilir.
ARAŞTIRMA DOSYASI /// Başbakan Erdoğan’ın Tahran Ziyareti : Türkiye-İran İlişkilerinde Yeni Bir Dö nüm Noktası
Yrd. Doç. Dr. Bayram Sinkaya
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 28-29 Ocak 2014 tarihlerinde İran’ın başkenti Tahran’a resmi bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaret, son yıllarda çeşitli nedenlerle bir sarsıntı geçiren Türkiye-İran ilişkilerinin gelişmesi açısından yeni bir dönüm noktası olmuştur. Bu çalışmada Erdoğan’ın Tahran ziyareti bağlamında Türkiye-İran ilişkilerinin dönüşümü ve iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesinin önündeki potansiyel engeller tartışılmıştır.
İkili İlişkilerde Dönüm Noktası: “Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi”
Başbakan Erdoğan’a Tahran ziyareti sırasında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Ekonomi Bakanı Nihat Zeybek eşlik etmiştir. Erdoğan ziyaret kapsamında İran’daki muadili Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı İshak Cihangiri, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Rehber Ayetullah Hamanei ile görüşmüştür. İkili ilişkiler ve bölgesel meselelerin ele alındığı bu görüşmelerde, iki ülkenin bölgesel meseleler karşısındaki ortak kaygıları ve beklentileri ile iki ülke arasında ticaret hacminin 2015’te 30 milyar dolara çıkarılması temennileri ifade edilmiştir. Ziyaret sırasında üç anlaşma ve bir bildiri (“Türkiye ve İran arasında Ortak Ticaret Komitesi Kurulmasına Dair Anlaşma”, “Tercihli Ticaret Anlaşması” ve İran Haber Ajansı (IRNA) ile Anadolu Ajansı (AA) arasında İşbirliği Anlaşması) imzalanmıştır.
Ziyaretin en önemli sonucu Cumhurbaşkanı Ruhani ile Başbakan Erdoğan arasında “Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi kurulmasına dair ortak siyasi bildiri”nin imzalanmış olmasıdır. Son on yılda Türkiye-İran ilişkilerinde kaydedilen olumlu gelişmelere karşın iki ülke arasındaki işbirliğinin daha ileriye götürülebilmesinin önünde her iki ülkenin de bazı rezervleri vardı. Bu nedenle geçen on yılda Türkiye’nin en önemli dış politika araçlarından birisi olan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi anlaşmaları çok sayıda ülke ile imzalanmış, ama İran ile imzalanması gündeme bile gelmemişti. Keza İran yönetiminin Türkiye ile bölgesel işbirliği konusunda çok istekli görünmesine rağmen Türk yetkililer bu konuda İran’ın beklentilerini karşılamaya yanaşmamıştı.
Türkiye’nin İran’a karşı bu ihtiyatlı bakışının başlıca iki nedeni vardı. Bunlardan birincisi İran’ın ABD ve Batılı ülkelerle ilişkilerinin giderek bozulması idi. Bir yandan nükleer programı üzerindeki tartışmalar, diğer yandan Ahmedinecad hükümetinin “radikal dış politikası” dolayısıyla İran giderek uluslararası sistemden izole edilirken, Türkiye’nin kimi karşı çıkışlarına rağmen geleneksel ittifak ilişkilerinin hilafına bu ülkenin yanında durması çok zordu. Türkiye’nin İran’a karşı rezervlerinin ikincisi sebebi ise İran yönetiminin izlediği bölgesel politikalardan duyduğu bazı endişelerdi. Bölgenin tedrici şekilde ekonomik ve siyasi anlamda “liberalleşmesi” ile “bölgesel istikrarı” savunan Türkiye, İran’ın bölgede, Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelere yönelik olarak izlediği dış politikayı “istikrarsılaştırıcı” bir faktör olarak görmeye başlamış, bu nedenle bölgesel meselelerde İran’dan uzaklaşmıştır.
Bu çerçevede Ağustos 2013’te İran’da yaşanan hükümet değişikliği ve yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin dış politikada çatışma yerine diplomasiye ve işbirliğine önem veren bir yaklaşım benimsemesi, Türkiye’nin İran hakkındaki rezervlerinin ortadan kalkmasını sağlamıştır. Ruhani’nin nükleer meselede uzlaşmacı bir tavır izleyerek bu konuda somut ilerlemeler kaydetmesi ve İran’ın bölge ülkeleri ile ilişkilerinin geliştirilmesine öncelik vermesi Türkiye’den de olumlu karşılık bulmuştur. Bu gelişmeler iki ülke arasında “Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi”nin kurulmasının gündeme gelmesini sağlamıştır ki bu gelişme her iki ülkenin de ikili ilişkilerini kapsamlı bir şekilde geliştirme niyetini ifade etmektedir.
Ankara-Tahran İlişkilerinin Rasyonelleşmesi ve Kompartmanlaşması
Türkiye-İran ilişkilerinde kaydedilen bu olumlu gelişme, iki ülke arasındaki bütün sorunların çözüldüğü ve özellikle bölgesel meseleler karşısındaki görüş ayrılıklarının giderildiği anlamına gelmemektedir. Mevcut sorunlara ve görüş farklılıklarına rağmen ikili ilişkilerde kaydedilen bu olumlu gelişme, Türkiye-İran ilişkilerinin “rasyonelleştiğini” ve “kompartmanlaştığını” göstermektedir. İkili ilişkilerdeki rasyonelleşme ve kompartmanlaşma süreci 2000’lerin hemen başlarında ortaya çıkmıştır. Rasyonelleşme, ihtilaflı noktaların geri plana itilerek iki ülke arasındaki işbirliği noktalarının ve ortak çıkarların öne çıkarılmasını sağlamaktadır. Kompartmanlaşma ise tarafların ikili siyasi, güvenlik, kültürel, iktisadi ilişkileri ile bölgesel düzeydeki ilişkilerinin ayrı ayrı ele alınması anlamına gelmektedir. Böylece ikili ilişkilerdeki alt-alanlardan birisinde meydan gelen olumsuz gelişmelerin diğer ilişkileri olumsuz etkilemesinin önüne geçilmektedir.
Ankara-Tahran ilişkilerinin rasyonelleşmesi ve kompartmanlaşması açısından son birkaç yıl önemli bir test olmuştur. Zira hatırlanacağı üzere 2011’de Türkiye topraklarında NATO Füze Kalkanı Programı çerçevesinde Amerikan radarlarının konuşlandırılması, patriot sistemlerinin Türkiye-Suriye sınırına yerleştirilmesi, hem Irak’ta hem de Suriye’deki gelişmeler üzerinden Türkiye ile İran’ın karşı karşıya gelmesi Ankara-Tahran ilişkilerini ciddi şekilde tehdit etmiştir. İlginçtir, Ankara-Tahran ilişkilerinin ciddi şekilde tehdit altında olduğu bu dönemde Türkiye ile İran arasındaki ticaret hacmi rekor kırarak 2012’de 22 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu başarı, iki ülkenin ihtilaflı noktaları bir yana bırakarak işbirliği yapabildiklerini göstermektedir.
Türkiye-İran İlişkilerinin Önündeki Potansiyel Engeller
Önümüzdeki aylarda İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Türkiye’ye resmi bir ziyaret yapması beklenmektedir. Bu ziyaret sırasında da muhtemelen yeni anlaşmalar imzalanacaktır. Bununla birlikte, ikili ilişkilerdeki rasyonelleşme ve kompartmanlaşmaya rağmen Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin ilerlemesinin önünde birtakım potansiyel engeller vardır.
Her şeyden önce Türkiye ile İran arasındaki karşılıklı üst düzey ziyaretler sırasında mutat olduğu üzere iyi niyet ve işbirliği mesajları verilmekte, bazı anlaşmalar yapılmaktadır, fakat söz konusu anlaşmaların hayata geçirilmesinde bazı problemlerle karşılaşılmaktadır. Bu problemler bürokratik veya teknik engeller şeklinde olabilmektedir, ama esas sorun siyasi iradenin anlaşmanın takipçisi olmamasından kaynaklanmaktadır. Ankara ile Tahran arasında imzalanan ama uygulanmasında problemle karşılaşılan çok sayıda anlaşma vardır. Mesela iki ülke arasında 2007’de Türkiye’nin İran’da doğalgaz araması, çıkarması, işlemesi ve pazarlamasına dönük enerji işbirliği anlaşması uzun süre gündemde kaldıktan sonra rafa kaldırılmıştır. Keza, Başbakan Erdoğan’ın gezisi sırasında imzalanan “tercihli ticaret anlaşması” yıllardır gündemdeydi. Hatta 2011’de Cumhurbaşkanı Gül’ün Tahran ziyareti sırasında imzalanması beklenen bu anlaşma ancak şimdi imzalanabilmiştir.
İkili ilişkilerin önünde bir başka potansiyel engel olarak İran’da Ruhani hükümetinin güç kaybetmesinden bahsedebiliriz. Yukarıda değinildiği üzere Ruhani’nin İran dış politikasına getirdiği yeni yaklaşım, Türkiye’nin İran’a karşı rezervlerinin ortadan kalkmasını sağlamıştır. Türkiye’nin bu dönemde İran’a olumlu yaklaşımı aynı zamanda Ruhani hükümetinin desteklenmesi ve cesaretlendirilmesi yönünde bir adım olarak değerlendirilebilir. Fakat İran’daki siyasi dengeler açısından bakıldığında Ruhani hükümetinin siyasi geleceği ve kapasitesi büyük ölçüde İran’ın nükleer meselesinin çözümünde göstereceği performansa ve başarıya bağlıdır. Ruhani’nin bu cephede başarısızlığa uğraması, İran siyasetindeki dengelerin yeniden değişmesine neden olabilir. Buna bağlı olarak İran siyasetinde ve dış politikasında meydana gelebilecek yeni gelişmeler Türkiye-İran ilişkileri için de yeni sorunların doğmasına sebep olabilir.
SON YORUMLAR