Etiket arşivi: ARAŞTIRMA DOSYASI

ARAŞTIRMA DOSYASI : ORSAM Yönetici Özeti 03 Şubat – 09 Şubat 2014 SAYI 24

ORSAM Ynetici zeti 03 ubat – 09 ubat 2014 SAYI 24.pdf

ARAŞTIRMA DOSYASI : Suriye Krizi, PYD ve 2. Cenevre Konferansı

Ali SEMİN

Arap dünyasında Aralık 2010’dan itibaren cereyan eden gelişmeler bazı ülkelerde rejimlerin veya iktidarların değişmesine yol açarken, diğer ülkelerde protesto gösterileriyle sınırlı kalmış veya nitelik değiştirerek farklı kriz süreçleri doğurmuştur. Tunus, Mısır, Libya ve Yemen iktidar değişikliğine rağmen hala istikrara kavuşamamış, Suriye iç savaşı ise ülkede yaşanan insani trajediye rağmen sürüncemede bırakılmıştır. Küresel ve bölgesel güçlerin Suriye’deki insani trajedi karşısındaki sessizliği, trajediyi sona erdirmek yerine çıkar hesaplarıyla güç mücadelesine girmesi krizi çözümsüzlüğe mahkûm etmiştir.

Gelinen aşamada, başlangıçta Arap Baharı olarak adlandırılan Orta Doğu’daki halk ayaklanmalarının bölgenin demokratikleşme sürecine katkı sağlamadığı, aksine bölgeyi istikrarsızlaştırdığı gözlemlenmiştir. Arap uyanışının bölgedeki güç dengelerinde yumuşak bir değişim gerçekleştirebileceği yönündeki beklentiler ise Suriye krizi ile birlikte sona ermiştir. Nitekim kriz, Suriye’nin bölgedeki değişim sürecindeki kritik işlevini ortaya çıkarmış, Suriye’deki dinamiklerin küresel ve bölgesel dengelerle birlikte değerlendirilmesi gerektiğini göstermiştir.

Bu analizde, Suriye krizindeki değişen dengelerin ülkenin geleceğine nasıl etki edebileceği ve PYD’nin (Demokratik Birlik Partisi) ülkedeki Kürtlerin tamamını temsil etmediği halde kuzeyde özerk bir yapı tesis etmeye yönelik faaliyetleri incelenmektedir. Analizde PKK/KCK terör örgütünün Suriye’deki uzantısı olan PYD’nin özerklik ilanının bölgedeki yansımaları ele alınmakta, PYD’nin Tahran-Bağdat-Şam hattı ve Erbil’le ilişkileri ve 2. Cenevre Konferansı’nın sonuçları değerlendirilmektedir.

Suriye Krizinde Değişen Dengeler

Mart 2011’den bu yana Suriye krizinde dengelerin hem muhalefet açısından hem de küresel ve bölgesel güçler çerçevesinde değiştiği görülmektedir. Ülkede yaşanan iç savaşla ilgili Birleşmiş Milletler’in hazırladığı rapora göre, Suriye’de hâlihazırda 11 milyon insanın acil yardıma ihtiyacı bulunmaktadır. Bu rakam, toplam ülke nüfusunun dörtte üçüne tekabül etmektedir. 2014 yılının Ocak ayı verilerine göre ülkede yaşanan olaylardan dolayı 6,5 milyon Suriyelinin evlerini terk ettiği, 2,4 milyon kişinin de ülke dışına kaçmak zorunda kaldığı belirtilmektedir.(1) Bunun yanı sıra iç savaşta 120 binden fazla insan hayatını kaybetmiş ve 600 binden fazla Suriyeli yaralanmıştır.

Suriye’de Esed rejimi ile muhalif güçler arasındaki çatışmalar devam etmektedir. İki taraf için de genel olarak bir başarıdan söz etmek mümkün değildir. Bu durumun temel nedenlerine bakıldığında, Suriyeli muhaliflerin siyasi ve askeri yapısındaki bölünmüşlüğün önüne geçilememesi, rejimin ordusundan ayrılan kişi sayısının fazla olmaması ilk bakışta göze çarpmaktadır. Konu daha ayrıntılı incelendiğinde çatışmanın sürüncemede kalması üç başlık altında açıklanabilir. Birinci başlık muhalefetin birliğini sağlayamaması ve muhalefet içinde farklı odakların ortaya çıkması olarak kaydedilebilir. İkinci başlık kriz sürecinde El Kaide bağlantılı silahlı grupların muhalefet çizgisinde ortaya çıkarak dünya kamuoyunda ÖSO’ya olan güveni zedelemesi ve sonrasında da ÖSO’ya karşı savaşarak muhalefeti zayıflatması şeklinde ifade edilebilir. Üçüncü başlık ise ülkenin kuzeyinde PYD’nin PKK/KCK’nın hedefleri doğrultusunda hareket etmesi ve Esed rejimine dolaylı biçimde destek olması şeklinde düşünülebilir.

Muhalefet İçinde Muhalefet

Ekim 2011’de İstanbul’da ilan edilen Suriye Ulusal Konseyi (SUK), kendi içindeki etnik, mezhepsel ve ideolojik ayrışmalardan dolayı yekpare bir siyasi yapı arz etmemektedir. SUK, sürekli iç çatışma yaşaması nedeniyle uluslararası toplumun yeterince desteğini kazanamamıştır. Bu sebeple Suriye muhalefeti, temsil kapsamını genişleterek Kasım 2012’de Doha’da Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Koalisyonu (SMDK) adı altında daha geniş bir yapı tesis etmiştir. Ancak Suriye muhalefeti genişledikçe kendi içinde yeni muhalefet odakları ortaya çıkmıştır. Özellikle 2013 yılında muhalefet içerisinde yer alan gruplar yalnızca Esed rejimine karşı mücadele etmemiş, kendi içindeki bölünmeyle de uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu bölünmüşlük, muhalefetin askeri yapısına da yansımış, Özgür Suriye Ordusu’nda (ÖSO) etnik, mezhepsel ve ideolojik anlamda ayrışmalar meydana gelmiştir. Neticede Suriye muhalefeti, strateji ve hedef birlikteliğini ve ortak hareket kabiliyetini yitirmeye başlamış, muhalefetin dağınıklığı iç savaştaki dengeleri Esed rejimi lehine değiştirmiştir.

ÖSO bünyesindeki silahlı grupların çeşitliliğinin, kriz sürecinde ÖSO dışında farklı grupların ortaya çıkmasının ve Esed rejiminin desteğiyle ülkenin kuzeyinde güçlenen PYD’nin, muhalefetin askeri kanadını zayıflattığı görülmüştür. Nitekim kriz başladığında ÖSO’nun yanı sıra Suriye’de El Nusra Cephesi, El Faruk Tugayı, El Sahabe Tugayları, Ahrar El Şam, Fecrul El-İslam, El Fetih Tugayı ve Sukur El-Kurd Tugayı gibi 100’den fazla silahlı grubun ortaya çıktığı gözlenmiştir. Muhalefet tarafındaki bu bölünmüşlük, Esed rejimi karşısında muhalefetin elini zayıflatmış, özellikle ÖSO ile El-Nusra Cephesi arasındaki çatışmalardan dolayı rejime bağlı kuvvetler belirli bölgelerde üstünlük sağlamıştır. Diğer taraftan ÖSO’nun kontrol ettiği bölgelerde PYD’nin askeri kanadı YPG (Halkçı Koruma Birlikleri) ve kendini Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak tanıtan radikal unsurlarla çatışmak zorunda kalması, rejime bağlı güçlerin muhaliflerin elindeki bazı bölgeleri tekrar ele geçirmesini sağlamıştır.

ÖSO ve El-Kaide Bağlantılı Örgütler

Arap dünyasındaki halk ayaklanmalarıyla birlikte Suriye’de Esed rejimini devirmek amacıyla ortaya çıkan muhalefet hareketinin uluslararası toplum nezdindeki konumu, muhalif gruplar arasındaki radikal unsurlardan dolayı süreç içinde zayıflamıştır. Suriye’de kriz başlayınca Moskova ve Tahran’dan destek alan Esed rejimi, muhalefetin askeri kanadını bölmeye yönelik bir strateji izlemiştir. Rejim, bu strateji ile ordudaki kopuşların artmasını önlemiş, ülkenin büyük bir kısmının muhalif güçlerin kontrolünde kalmaya devam etmesini engellemiştir.

Esed rejiminin muhaliflere yönelik izlediği stratejinin üç aşamadan oluştuğu gözlenmiştir. Rejim ilk etapta muhalefetin askeri kanadını temsil eden ÖSO içindeki silahlı grupları radikalleştirmeyi, böylece muhalefetin dünya kamuoyundaki itibarını zedelemeyi amaçlamış, bu amaç doğrultusunda hapishanelerdeki aşırılık yanlısı unsurları serbest bırakmıştır. İkinci aşamada, Esed rejimi kuzey bölgeleri PYD’ye; Rakka, Halep ve İdlip bölgelerini de IŞİD’e bırakmak suretiyle iç savaşta ÖSO dışında silahlı grupların ortaya çıkmasını sağlayarak kendisine karşı savaşan kuvvetleri birbiriyle mücadele eden aktörlere dönüştürmeye çalışmıştır. Üçüncü aşamada ise rejim, IŞİD ve El-Nusra Cephesi’nin muhalefet içinde öne çıkmasını ve güçlenmesini sağlamış, başta bu iki silahlı grup olmak üzere sahadaki radikal grupların ÖSO’ya karşı savaşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim özellikle 2013 yılında IŞİD, El-Nusra Cephesi ve aynı çizgideki diğer radikal grupların Esed rejimine bağlı kuvvetlerden ziyade ÖSO’ya karşı savaştığı görülmüş, bu grupların rejime dolaylı biçimde destek verdiği yönünde bir izlenim ortaya çıkmıştır. Gelinen aşamada rejimin stratejisinin nispeten başarılı olduğu gözlenmektedir. Yerelde ÖSO bünyesindeki kuvvetlerin etkinliği azalırken dünya kamuoyunda muhalefetin büyük ölçüde radikal gruplardan oluştuğu yönünde bir algı meydana gelmiştir. Muhalefet içinde ortaya çıkan grupların kullandığı isimlerin (İslami, Tevhid, Ahrar İslam vb.) özellikle Batılı ülkelerdeki bu algıyı pekiştirdiği, Batılı ülkelerin Esed sonrası Suriye ile ilgili kaygılarını artırdığı değerlendirilmektedir.

Esed rejiminin devrilme süreci uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç mücadelesinin arttığı müşahede edilmektedir. Suriye muhalefetinin zamanla toparlanması beklenirken gerek bölünmeler gerekse muhalefeti destekleyen ülkelerin (Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar) farklı gruplara öncelik vermesi muhalif kuvvetlerin zayıflamasına yol açmıştır. Özellikle bazı grupların ÖSO’dan ayrılarak İslam Ordusu adı altında yeni bir yapılanmaya gitmesi muhalefetin silahlı kanadının oldukça zayıflamasına neden olmuştur. Diğer taraftan İran, Rusya ve Çin, Esed rejimine istikrarlı biçimde destek verirken, Suriye muhalefetinin güçlenmesi için çaba harcayan ülkelerin sağladıkları destek muhalefetin farklı yapılara bölünmesine yol açmaktadır. Suudi Arabistan’ın Kasım 2013’te 7 Selefi gruptan oluşan İslami Cephe’yi kurması bu duruma örnek gösterilebilir. İslami Cephe, IŞİD ve El-Nusra Cephesi’ne karşı ÖSO ile birlikte hareket edecek şekilde teşkil edilmişse de, cephenin tam olarak kontrol altında olduğunu ifade etmek mümkün değildir. Bu nedenle üç yıldır devam eden Suriye krizinde 2013 yılı, Suriye muhalefeti ile rejim kuvvetleri arasındaki dengenin değişiminde dönüm noktası olarak kabul edilebilir.

Suriye krizinin, Esed rejiminin 21 Ağustos 2013 tarihinde Doğu Guta’da kimyasal silah kullandığı tespit edilmesinin ardından bölgesel ve küresel bağlamda yeni bir döneme girdiği görülmektedir. Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasına rağmen ABD’nin ve diğer Batılı ülkelerin Suriye’ye müdahale etmeyeceğinin anlaşılmasıyla, rejimin uzun bir süre daha devrilmeyeceğine yönelik bir algı ortaya çıkmıştır.

Suriyeli Kürtler ve PYD

Suriye’deki iç çatışma ortamında güçlenen PYD, PKK/KCK’nın Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bağımsız bir Kürt devleti hedefi doğrultusunda ülkenin kuzeydoğusunda ilk etapta özerk bir yönetim tesis etmeyi hedeflemektedir. PYD, bu hedef doğrultusunda yerelde teşkilatlanmaya ağırlık verirken uluslararası ölçekte destek kazanmak maksadıyla girişimlerde bulunmaktadır. Suriye’nin kuzeyinin tamamında hâkim aktör olmayı amaçlayan PYD, bu bölgede Kasım 2012-Şubat 2013 döneminde ÖSO kuvvetlerine karşı savaşırken, Temmuz 2013’ten itibaren PYD’nin askeri kanadı YPG ile El Nusra Cephesi ve IŞİD arasında çatışmalar yaşandığı görülmektedir. Nitekim PYD’nin bu süreçte gerek Batılı ülkeler gerekse Rusya ve Çin nezdinde “radikal unsurlarla mücadele eden bir aktör” izlenimi oluşturduğu, böylece uluslararası ölçekte meşru bir yönetim olarak tanınma gayreti içinde olduğu gözlemlenmiştir.

PYD, 2013 yılının Temmuz ayından beri Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki fiili özerkliğine resmiyet kazandırmaya teşebbüs etmektedir. Bu bağlamda PYD’nin, Esed rejimi-muhalif kuvvetler arasındaki çatışmalarla gelişen Suriye krizinde farklı bir probleme yol açtığı gözlemlenmektedir. Rejim komutasındaki askeri güçlerinin boşalttığı bölgeleri peyderpey ele geçiren PYD, hâlihazırda Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda 50’den fazla kasaba ve köyde hâkimiyet sağlamış durumdadır. PYD, henüz kontrol ettiğini iddia ettiği bölgelerin tamamı üzerinde fiili hâkimiyet sağlayabilmiş değildir. Ancak PYD’nin kuzeyde güçlenmesiyle birlikte hem bölgedeki diğer unsurları hem de kendisine karşı olan diğer Kürt partilerini orta vadede etki altına alabileceği beklenmektedir.

PYD, Kasım 2013 tarihinde kontrolüne geçirdiği Kamışlı merkezli bölgede Afrin, Kobani ve el-Cezire olmak üzere üç kantona sahip geçici bir özerk yönetim kurma çalışmalarına başlamıştır. PYD ilk etapta bu bölgelerde 82 kişilik bir Kurucu Meclis ve Genel Meclis Kurulu tesis etmiş, Genel Meclis Kurulu bünyesinde ise Kürt, Arap, Çeçen ve Hıristiyan unsurlardan oluşan 61 üyeli Geçici Yönetimi Denetleme ve Tertip Konseyi’ni kurmuştur. Genel Meclis Kurulu içinde ayrıca seçimler, anayasa hazırlığı ve idari yapının teşkilinden sorumlu 13 kişilik bir komite oluşturulmuş, komitede Afrin’den 2, Kobani’den 2, Cezire bölgesinden ise 9 temsilci yer almıştır.(2) 27 Ocak 2014 tarihinde Kobani’de toplanan geçici yönetim tarafından Enver Müslim’in başbakan olarak seçildiği açıklanmıştır. Suriye Kürtleri arasında Suriye’de Kürt Sol Partisi, Suriye Demokratik Partisi, El-Zelzel Kürt Meclisi, Demokrat Birlik Partisi, Kobani’de Avukatlar Konseyi ve Muhalif Milli Meclisi adlı parti veya oluşumlar özerk yönetime destek vermiştir.(3)

Bünyesinde 11 Kürt siyasi partinin yer aldığı Suriye Kürt Ulusal Konseyi ise PYD’nin ilan ettiği özerk yönetime destek vermemektedir. Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin PYD ile birlikte hareket etmemesinin iki sebebi olduğu değerlendirilmektedir.

Birinci sebep, PYD’nin Suriye iç savaşı döneminde Esed rejiminin yanında muhalefetin karşısında yer almasıdır. Suriye Kürt Ulusal Konseyi, Temmuz 2012’de Erbil’de Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin himayesinde kurulmuştur ve Esed rejimine karşı muhalefet safında yer almıştır. Dolayısıyla Konsey’in PYD ile aynı çizgide bir Suriye stratejisine sahip olmadığı vurgulanmalıdır. Suriyeli muhalif unsurlar Esed rejimine karşı savaşırken, PYD tam tersi bir tutum geliştirmiş ve muhalefetin silahlı kanadı niteliğindeki ÖSO’ya karşı savaşmış ve kendini muhalefet olarak takdim eden El-Kaide uzantısı IŞİD’le çatışmaya girmiştir. Bu nedenle PYD’nin Esed rejimine bağlı güvenlik güçlerine adeta dolaylı biçimde destek verdiği ifade edilebilir. Suriye Kürt Ulusal Konseyi ise uzun vadede Esed rejiminin destekçisi olarak görünmek istememesi nedeniyle PYD ile tek çatıda birleşmeyi arzu etmemektedir.

İkinci sebep ise PYD’nin Esed rejiminin sağladığı serbestlik ve PKK/KCK’nın sağladığı destekle kısa süre içinde Suriyeli Kürtler arasındaki en güçlü siyasi ve silahlı örgüte sahip olmasıdır. PYD, Suriye’deki diğer Kürt siyasi oluşumlara nazaran gerek siyasi gerekse sahip olduğu militan sayısı açıdan daha örgütlü bir yapıya sahiptir. Bu durum PYD’ye bölgede tek taraflı hareket etme seçeneği sunmakta ve Esed rejiminin sağladığı serbestlikle ülkenin kuzeyini kontrol etme imkânı tanımaktadır. Nitekim PYD Suriye’nin kuzeyinde, Irak’ın kuzeyindeki gibi iki başlı bir idari yapı değil, kendisinin tek hâkimi olduğu bir yönetim kurmayı hedeflemektedir. Suriye Kürt Ulusal Konseyi, PYD’nin güdümünde hareket edecek bir idari yapıya dâhil olmak istememekte, ülkenin kuzeyinde Esed sonrası otoriter bir yönetimin ortaya çıkmasından kaygı duymaktadır.

PYD’nin Hedefleri

PYD, silahlı kanadını güçlendirmeyi, ülkenin kuzeyinde tek başına yönetebileceği siyasi bir idare tesis etmeyi, Orta Doğu’daki Kürtler arasında ve Suriye’deki diğer unsurlar nezdinde meşruiyet kazanmayı, bölgedeki petrol yataklarını kontrol ederek ekonomik gelir sağlamayı ve yurtdışında temaslarda bulunarak ve temsilciler belirleyerek uluslararası destek kazanmayı hedeflemektedir.

PYD, Suriye krizi başlayınca Esed rejiminin ülkenin kuzeyinde kendisine sağladığı serbestliği değerlendirerek YPG adı altında silahlı bir yapılanmaya gitmiş, bölgedeki Kürt nüfustan yaşları 15-20 arasında değişen gençleri silahaltına alarak militan sayısını artırmaya başlamıştır. Diğer taraftan daha önce PKK/KCK bünyesinde Türkiye’ye karşı savaşan Suriyeli teröristlerin bir bölümünün bu süreçte YPG’ye katıldığı görülmektedir. PYD’nin aynı zamanda ülkenin kuzeyinden çekilen rejime bağlı kuvvetlerin bıraktığı silahları da ele geçirdiği, bazen de rejim güçlerinin ellerindeki silah sistemlerini bizzat PYD’ye teslim ettiği gözlenmiştir. PYD, Kuzey Irak’taki gibi Peşmerge benzeri bir kuvvet teşkil etmeyi ve bu kuvvete Suriye’de tesis edilecek yeni düzende yasal bir statü kazandırmayı amaçlamaktadır. PYD silahlı kanadını güçlendirirken PKK/KCK’nın “demokratik özerklik” modelini esas alarak Suriye’nin kuzeyinde tek başına siyasi bir idare tesis etmeye çalışmaktadır. Suriye’deki bütün Kürtleri kontrol etmeye çabalayan PYD, kurmaya çalıştığı idari yapıda bölgedeki diğer unsurlardan da temsilciler bulundurarak bu unsurlar nezdinde meşruiyet kazanmayı hedeflemektedir. Silahlı ve siyasi yapıya paralel olarak PYD’nin, Rimeylan, Til Koçer ve Cibis bölgelerindeki petrol yataklarını da ele geçirmeye çalıştığı görülmektedir. Suriye’nin bu bölgelerinde toplam petrol rezervlerinin yaklaşık %60’ının bulunduğu tahmin edilmektedir. PYD lideri Salih Müslim, 13 Kasım 2013 tarihinde verdiği bir demeçte Suriye petrol yataklarının %30’unun PYD’nin kontrolünde olduğunu iddia etmiştir.

PYD’nin kuzeyde ilan ettiği özerk yönetimin tanınması için Salih Müslim’in yurtdışında görüşmeler gerçekleştirdiği, özellikle İran, Çin ve Rusya’nın desteğini aldığı gözlemlenmektedir. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, 9 Ağustos 2013 tarihinde İran Dışişleri Bakanlığı’nın daveti üzerine Tahran’a bir ziyaret gerçekleştirmiştir. 16 Aralık’ta Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak Moskova’yı ziyaret eden Salih Müslim, Rus yetkililere Suriye’nin kuzeyindeki yapılanmadan bahsetmiştir. Ayrıca Muslim, 18 Aralık’ta DUMA’da (Rusya Parlamentosu) Suriye’nin kuzeyi ve Orta Doğu’daki gelişmelere ilişkin bir konuşma da yapmıştır.(4) Müslim, 21 Aralık’ta ise Çin’in talebi üzerine Pekin’i de ziyaret etmiş, Pekin’de Çinli yetkililerle görüşmüştür. Bütün bu diplomasi trafiği ve PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde izlediği strateji, Esed sonrası Suriye’de Tahran yönetimi ile bir müttefik gibi hareket edeceğine işaret etmektedir. Tahran yönetimi bir yandan Esed rejimine verdiği her türlü desteği sürdürürken, diğer yandan Esed sonrası için yeni bir müttefik arayışı içindedir. PKK/KCK terör örgütünün Suriye uzantısı olmasından ötürü Ankara’dan destek göremeyen PYD, İran’a yönelerek Suriye’nin konumunu güçlendirmeye çalışmaktadır. Müslim’in bu görüşmeleri, Suriye’nin kuzeyinde PYD güdümünde filizlenen yapının Tahran, Pekin ve Moskova’nın muhtemel desteği göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir.

PYD’nin ülkenin kuzeyinde sistematik olarak gerçekleştirmeye çalıştığı bu hedefler, Suriyeli Kürtler arasında ciddi bir bölünmüşlüğe yol açmaktadır. Bilhassa Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı Barzani’nin desteklediği Suriye Kürt Ulusal Konseyi içerisinde önümüzdeki süreçte yeni güç mücadelelerinin ve ayrışmaların ortaya çıkması beklenmektedir. PYD’nin kuzeyde oluşturduğu kanton bölgeler sistemi, Kürt Ulusal Konseyi çatısı altındaki bazı siyasi partilere cazip gelebilir. Örneğin hâlihazırda Suriye Kürt Sol Partisi, Kürt Ulusal Konseyi üyesi olmasına rağmen PYD ile birlikte hareket etmektedir. Diğer yandan PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde “İsviçre Modeli” kanton bölge sistemini oluşturması, Orta Doğu için “tasarlanan” yeni bir projenin parçası olarak değerlendirilebilir. PYD’nin kurmaya çalıştığı kanton bölgeleri modeli başarılı olursa, bu model uzun vadede bölgede benimsenebilecek bir sistem haline gelebilir.

PYD ve KDP-KYB İlişkileri

PYD, Suriye’de özerklik ilan etmesinin ardından Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ile karşı karşıya gelmiş, Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerin Orta Doğu’daki bütün Kürtler açısından ele alınması gereği ortaya çıkmıştır. Nitekim PYD, sadece Suriye’nin kuzeyi ile sınırlı bir oluşum olarak görülmemeli, PKK/KCK’nın bölgedeki hedefleri bağlamında değerlendirilmelidir. Bu nedenle PYD’nin özerklik projesi, Kuzey Irak’taki Kürt siyasi parti ve oluşumlar arasındaki ilişkileri de etkilemektedir. Bölgenin iki önemli gücü KDP ve KYB arasındaki rekabette Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeler, önemli bir yere sahiptir. KDP, bölgesel Kürt liderliği hedefi bağlamında Suriye’nin kuzeyinde PYD eksenli ve kendi kontrolü dışında bir Kürt özerkliğine karşı çıkarken, KYB’nin PYD’ye silah ve lojistik destek sağladığı bilinmektedir. Bundan bir süre önce KYB’nin üst düzey yetkilisi olan Mahmut Sangavi, verdiği bir demeçte bizzat kendi silahlarını Suriye’nin kuzeyindeki Kürt militanlara gönderdiğini ifade etmiştir. Bu durum kuzey Irak’taki Kürt siyasi partilerinin PYD’ye destek konusunda ayrıştığını göstermektedir.

Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, kendisine yakın Suriye Kürt Demokrat Partili 75 kişinin YPG tarafından “tutuklanması” sonucunda Mayıs 2013’te Suriye’nin kuzeyi ile Irak’ın kuzeyini birbirine bağlayan Fişhabur sınır kapısını kapatmıştır. Ekim 2013’te Salih Müslim’in oğlu Şervan’ın Telabyad’da El-Nusra Cephesi tarafından öldürülmesinden sonra PYD liderinin Erbil Havaalanı’nı kullanmak üzere kuzey Irak’a girişi Barzani tarafından engellenmiştir. Bu gelişmeler bölgede PYD-KDP çekişmesine dönüşmüş, YPG Til Koçer’den Irak’ın Musul Vilayeti’ne bağlı Rabia ilçesine açılan Yarubiye sınır kapısını ele geçirmiştir. PYD’nin lideri Müslim, 27 Ocak 2014 tarihinde Türkiye’de bir gazeteye verdiği mülakatta Barzani’nin tutumunu eleştirmiş, “Biz Barzani’nin küçük kardeşi olmayız” ifadesini kullanmıştır.(5)

Fişhabur sınır kapısının kapatılmasının ardından PYD, Suriye’nin kuzeyinin Irak’a açılmasını sağlayan El-Yarubiye sınır kapısına yoğunlaşmış, silahlı unsurlarının bir kısmını bu kapıya yönlendirmiştir. Temmuz 2013’ten beri Erbil yönetimi ile kriz yaşayan PYD bu noktada iki strateji belirlemiştir. PYD’nin birinci stratejisi, Barzani ile Ankara arasındaki işbirliğinin önüne geçmek ve Suriye krizi bağlamında Bağdat’la işbirliği geliştirmektedir. PYD’nin bu kapsamda Bağdat’la IŞİD’e karşı bir işbirliği geliştirerek kendisine yeni bir çıkış yolu bulmaya çalışacağı beklenmektedir. Mevcut konjonktürde Suriye’de IŞİD’e karşı savaştığını öne çıkaran YPG ile Irak Ordusu’nun Suriye-Irak sınırında işbirliğine gidebileceği değerlendirilmektedir. PYD’nin ikinci stratejisi ise El-Yarubiye sınır kapısını elinde bulundurarak bölgedeki Arap aşiretleri ile işbirliğine gitmek ve Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ni devre dışı bırakmaktır. PYD’nin böylece Tahran’ın desteğini alarak Musul-Bağdat hattında Irak üzerinden dışarıya açılacağı yeni bir güzergâha sahip olabileceği ifade edilebilir.

KDP-PYD ilişkilerindeki sorunların temel nedenleri şu şekilde sıralanabilir;

– Barzani, yıllardır sürdürdüğü Türkiye’yi kazanma stratejisinin PYD’nin faaliyetleri sebebiyle zarar görmesini istememektedir. Aslında Barzani, Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt özerkliğinin kurulmasını reddetmemektedir. Sadece söz konusu Kürt siyasi yapılanmanın kendi kontrolü ve hâkimiyeti altında olmasını amaçlamaktadır. Eğer Suriye’nin kuzeyinde PYD eksenli ancak Barzani kontrolünde bir Kürt özerkliği oluşturulursa, Erbil buna destek verebilir.

– PYD, ilan ettiği özerk yönetimi Erbil’in desteklediği Suriyeli Kürt partileriyle paylaşmaya yanaşmamakta, ülkenin kuzeyinde sadece kendi güdümünde faaliyet gösterecek bir idari yapı amaçlamaktadır.

– Barzani’nin PYD’ye karşı sergilediği tavır, Suriye’nin kuzeyinde KYB ile girdiği güç mücadelesinin dışa vurumu olarak görülebilir. PYD, fazlasıyla KYB ile iç içedir.

– PYD’nin kuzeyde ilan ettiği İsviçre modeli kanton bölge sistemi Kürt yönetimini elinde tutan Barzani iktidarını ciddi derecede endişelendirmektedir. Barzani iktidarı, kanton sisteminin kuzey Irak’ta hâlihazırdaki en güçlü muhalif grup olan Novşirvan Mustafa liderliğindeki GORAN (Değişim) hareketi tarafından kullanılabileceğini değerlendirmektedir. Barzani, GORAN’ın kanton sistemini Süleymaniye bölgesi için uygulamak isteyebileceği yönünde kaygı taşımaktadır. Nitekim Suriye’nin kuzeyindeki kanton bölge sisteminin başarılı olması halinde uzun vadede kuzey Irak için bir model haline gelmesi öngörülebilir. Kanton sistemi, aile ve aşiretlere dayalı yönetimlerin devam etmesini engelleyebilir ve bölgede yaşayan Türkmenler ve Hıristiyanlar tarafından desteklenebilir.

2. Cenevre Konferansı

Esed rejimi tarafından 21 Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın Doğu Guta banliyösünde kimyasal silahların kullanılması ve uluslararası toplumun bu duruma sessiz kalması Suriye krizi açısından bir kırılma noktasıdır. Saldırıda 450’si çocuk 1500’den fazla kişinin hayatını kaybettiği açıklanmıştır. ABD, Fransa ve İngiltere tarafından Suriye rejimine yönelik sınırlı bir hava operasyonu tartışılmaya başlanmış, diğer yandan BM denetleme ekibi kimyasal silahın kim tarafından kullanıldığının anlaşılabilmesi için Suriye’ye giderek araştırmalar yapmıştır. Bu noktada Suriye krizinde 2011’den beri zıt istikamette politikalar izleyen Washington ve Moskova’nın birlikte hareket ettiği bir süreç başlamış, Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasına gösterilen tepkiler zayıflamış ve başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin Suriye krizindeki tutumu belirsizleşmiştir.

ABD, Suriye krizine müdahale kararında kitle imha silahlarının kullanılmasını kırmızı çizgi olarak belirlediği halde, Esed rejiminin devrilmesine yönelik bir müdahalede bulunmamış, ABD-Rusya arasında Suriye’deki kimyasal silahların imha edilmesi konusunda mutabakat sağlanmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) 27 Eylül 2013 tarihinde Suriye’nin kimyasal silahlarının imha edilmesini öngören karar tasarısını oy birliğiyle kabul etmiştir. 2118 sayılı bu karar kriz boyunca BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yaptırım öngören ilk kararı niteliğindedir. Ancak 2118 sayılı karar aynı zamanda ABD ve Batı’nın Suriye’ye askeri bir müdahalede bulunmayacağının bir göstergesi olarak da yorumlanabilir. Nitekim karar doğrultusunda Kasım 2013’te Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü, Halep yakınlarındaki kimyasal silah üretme tesisinde imha işlemine başlamış, ABD ve Rusya’nın anlaşması sonucunda Esed rejimi müdahaleden kurtulmuştur.

30 Haziran 2012’de ilki gerçekleştirilen 1. Cenevre Konferansı’ndan bir buçuk yıl sonra, 22 Ocak 2014 tarihinde İsviçre’nin Montrö kentinde yaklaşık 40 ülkenin dışişleri bakanı ve temsilcisinin katılımıyla 2. Cenevre Konferansı gerçekleştirilmiştir. İkinci konferansta kimyasal silahlarının imha edilmesini kabul eden Esed rejimi ile Suriye muhalefeti arasında görüşmeler yapılması ve bu görüşmeler neticesinde bir geçiş hükümeti oluşturulması planlanmıştır. Esed rejimi ile muhalefet arasında görüşmeler konferansın üçüncü gününde başlamış, ancak taraflar arasında -Humus kentinden güvenlik çıkış dışında- uzlaşma sağlanamamış ve herhangi bir sonuç elde edilememiştir. Nitekim konferans öncesinde, Suriye krizindeki mevcut dengelerden dolayı Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin kurulması gayesiyle gerçekleşen görüşmelerin başarılı olamayacağı öngörülmüştü. Konferanstan sonra Humus’tan güvenli çıkış da uygulamaya dönüşmemiş, Esed rejimi kentten çıkış serbestliğini birkaç saatle sınırlı tutmuş ve Cenevre’deki anlaşmaya riayet etmemiştir.

Esed rejimi bakımından 2. Cenevre Konferansı’nın üç açıdan önemli olduğu görülmektedir. Birincisi, üç yıldan beri uluslararası ölçekte meşruiyetini kaybettiği ifade edilen Esed rejiminin Cenevre’de muhatap alınması ve rejimin muhalefet karşısındaki eski konumunu muhafaza etme çabasıdır. Esed rejiminin ülkede gerçekleştirdiği insani kıyıma rağmen 2. Cenevre Konferansı’nda muhalefetle aynı ortamı paylaşması, rejimin sahadaki askeri üstünlüğüne işaret etmektedir. Rejimin ayrıca konferansta ülkedeki iç savaşı terörle mücadele olarak yansıtması ve Esed’siz bir geçiş hükümetinin mümkün olmayacağını ifade etmesi, krizin sürüncemede kalmaya devam edeceğini göstermektedir.

İkincisi, konferansın amacının Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin tesisi olarak belirlenmesi, gerek muhalefetin gerekse uluslararası toplumun ülkeyi yaklaşık 40 yıldır yöneten Baas rejimiyle bir sorununun olmadığı yönünde bir izlenime yol açmıştır. Ancak Suriye krizinin tamamen bir rejim sorunu olduğu unutulmamalıdır. Baas rejiminin devam etmesi halinde sadece Beşşar Esed’in devrilmesiyle çözüm sağlanamayacağının belirtilmesinde fayda vardır. Suriye’de sağlıklı bir dönüşüm için Esed’in iktidarı bırakmasından önce Baas rejiminin devrilmesi elzemdir. Aksi takdirde Suriye krizinin çözüme kavuşturulması bir ailenin iktidardan uzaklaştırılmasına indirgenecek, Esed’in ayrılması ülkedeki zulmün el değiştirmesinden başka bir sonuca hizmet etmeyecektir.

Üçüncüsü ise 2. Cenevre Konferansı’nda Esed rejiminin görüşmelerin içeriğini muhalefeti zayıflatmak maksadıyla kullanma eğilimidir. Sürecin başarısız olması durumunda rejimin, muhalefetin serbest bırakılmaları için ismini verdiği Suriye’deki tutuklu muhalifleri cezalandırması beklenebilir.

Suriye muhalefeti açısından 2. Cenevre Konferansı’nın anlamı şu şekilde sıralanabilir:

a. Suriye krizinin başlangıcından bu yana bölünmüş bir profil çizen Suriye muhalefeti, 2. Cenevre konferansıyla uluslararası toplumdaki yerini nispeten netleştirmiştir. Muhalefetin, Suriye SMDK çatısı altında konferansa katılması bundan sonraki süreçte bölgesel ve uluslararası toplum içerisinde tek temsilci olarak tescillendiği anlamına gelmektedir. Bu durumun SMDK için önemli bir kazanım olduğu söylenebilir.

b. Konferansta ön plana çıkan SMDK’nın rejimle müzakere süreci akamete uğrarsa bu durum Suriye muhalefeti içinde ciddi bölünmelere yol açabilir. SMDK’nın ön şart olarak koyduğu 1. Cenevre Konferansı’nda alınan kararların geçerliliği hususu 2. Cenevre Konferansı’nın başarılı olma ihtimalini düşürmektedir. Şayet muhalefet bu şartından geri adım atarsa Suriye içerisindeki tabanını kaybederek rejimin elini kuvvetlendirebilir.

c. SMDK’nın, rejim ile müzakere etme aşamasında uluslararası topum ve Arap ülkeleri nezdinde güven kazandığı görülmektedir. Bu nedenle Suriye muhalefetinin rejimle yaptığı müzakerenin sürekliliği, tek temsilci olmanın ve güven ortamının devamlılığı bakımından önemlidir. Aksi durumda muhalefetin zayıflaması Esed rejiminin güçlenmesini beraberinde getirecektir.

2. Cenevre Konferansı’nda başlıca şu hususlar dikkat çekmiştir;

Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere ABD ve Batılı ülkeler, Suriye krizine yönelik sergiledikleri tutumdan dolayı sürekli eleştirilmektedir. Bilhassa 21 Ağustos 2013 tarihinde Doğu Guta’da kimyasal silahlarla gerçekleştirilen saldırıdan sonra ABD ve diğer Batılı ülkelerin Esed yönetimini devirecek herhangi bir adım atmaması hayal kırıklığı oluşturmuştur. Obama’nın, Suriye’de kimyasal silahların kullanılmasının kendileri için kırmızı çizgi olduğunu ifade etmesine rağmen Guta olayında aksine bir tavır sergilemesi, uluslararası arenada özellikle Arap camiasında ABD’ye yönelik bir güven bunalımının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu problemi çözebilmek için ABD ve Rusya konferansta bir araya gelmiş, iki ülke arasında Suriye krizi ile ilgili bir işbirliği ortamı oluşturulmuş, rejim ve muhaliflerin anlaşması amaçlanmıştır. Ancak konferans, sonucu itibariyle Suriye krizine bir çözüm getirmekten ziyade tavsiye niteliğinde göstermelik demeçlerle geçiştirilen bir görüntü vermiştir.

Uluslararası toplumun Suriye krizinin çözüme kavuşturulması konusunda ciddiyetini gösterebilmesi için taraflar arasında önce ateşkesin sağlanması yönünde adımlar atması gerekirdi. Konferans ateşkes ortamı sağlandıktan sonra daha anlamlı olabilirdi. Fakat uluslararası toplum böyle bir çözümden önce varolan kaotik ortamda bir konferans toplama çabası içine girmiştir. Bu zamanlama ise uluslararası toplumun Esed’in de içinde olduğu yumuşak bir geçiş rejimi yeğlediğini göstermektedir. Krizin üç yıldır devam ediyor oluşu ve on binlerce insanın hayatını kaybettiği gerçeği karşımızda dururken hızlı bir müzakere çerçevesinde sadece rejim ve muhalefet bir araya getirilerek çözüm sağlanması mevcut konjonktürde oldukça zor görünmektedir. Bu tür girişimler krizin başladığı 2011 yılı içerisinde gerçekleşmiş olsaydı ve konferans öncesinde ateşkes sağlanabilseydi 2. Cenevre konferansının başarılı olma olasılığı yükselebilirdi.

Suriye krizinin çözümü, bölgesel bağlamda Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Katar arasında bir uzlaşı sağlanmasından geçmektedir. Küresel bağlamda ise ABD, Rusya ve Çin üçgeninde bir takım adımlar atılması zorunlu görünmektedir. Bunun temel nedeni Suriye krizinin bir iç meseleden çıkması, bölgesel ve küresel bir niteliğe kavuşmuş olmasıdır. Özetle, Suriye’de kalıcı ve gerçek bir çözümün sağlanabilmesi için bölgesel ve küresel aktörler arasında bir uyumun sağlanması gerekmektedir.

Bütün bu gelişmeler ışığında müzakereye başlayan rejim ve muhalefetin 2. Cenevre Konferansı’nda herhangi bir neticeye varamaması, taraflar arasında ciddi bir güven sorunu yaşandığını göstermektedir. Ayrıca konferansın başarılı olması için tarafların herhangi bir adım atmadığı da görülmektedir. Görüşmelerin başarılı olması için konferans başlamadan en az üç ay önce rejim güçleriyle muhalefet arasında ateşkes ilan edilmesi, rejimin hapishanelerindeki suçsuz tutukluların bir kısmının serbest bırakılması ve şehirler arasında yardım koridorlarının açılması gibi karşılıklı adımlar atılması gerekirdi. Fakat müzakereler devam ederken çatışmaların da devam ettiği bir ortamda böyle bir konferansın başarılı olması neredeyse imkânsız görünmektedir.

2. Cenevre Konferansı sonrası dönemde Suriye krizinde Batılı ülkelerin ve Rusya’nın yanı sıra IŞİD ve İsrail gibi iki önemli aktörün sahneye çıkacağı ve belirleyici olabileceği değerlendirilmektedir. Nitekim ABD-Rusya görüşmelerinde Esed’li veya Esed’siz bir yönetim şeklinin kurulmasından ziyade görüşmeler IŞİD tehdidi üzerinde yoğunlaşmıştır. İsrail ise Suriye’deki mevcut parçalı yapının devamını desteklemekte, ancak Esed’siz bir geçiş hükümetine sıcak bakmamaktadır.

Sonuç

Suriye krizi gerek Orta Doğu’daki gelişmeler açısından gerekse küresel güçler arasındaki dengelerde ciddi bir pazarlık konusu haline gelmiştir. Suriye’de krizin iç savaşa dönüşmesi ve komşu ülkelerin iç güvenliğini tehdit etmesi krizin bölgesel bir güvenlik problemine dönüştüğünü göstermektedir. Suriye krizi çıkmaza girdikçe ülkenin gerek coğrafi gerekse etnik ve mezhepsel olarak bir parçalanmaya gitmesi mümkün görünmektedir. Suriye’nin kuzeyinde PYD kontrolünde kurulan kanton modelindeki özerk yönetim ise ülkenin nasıl bir noktaya doğru gittiğini göstermektedir. Ayrıca El-Kaide bağlantılı IŞİD’in Suriye’de güçlenmesi durumunda Irak, Lübnan ve Türkiye’yi de tehdit etmeye başlaması ihtimal dâhilindedir.

Suriye krizi bağlamında İran ve İsrail’in Esed’in iktidarda kalması konusunda benzer yaklaşımlara sahip olduğu göz ardı edilmemelidir. Suriye, Tahran’ın bölgesel stratejisindeki en önemli kalesi konumundadır. Bu sebeple İran’ın Esed rejimine desteğini sürdürmesi durumunda, konferanstan Esed’siz geçiş yönetimi sonucu çıksa dahi bu sonucun uygulamaya dönüşmesi ve başarılı olması oldukça zordur. Suriye’de El-Kaide bağlantılı örgütlerin güçlenmesinden endişe duyan İsrail’in de Esed’in devrilmesini istemediği ifade edilmelidir.

Konferansın ikinci tur görüşmelerinin 10 Şubat 2013 tarihinde yapılması planlanmaktadır. Ancak çatışmalar devam ederken ve mevcut dengeler dâhilinde krizin 2. Cenevre Konferansı’yla nihai bir çözüme kavuşturulması zor görünmektedir. Suriyeli taraflar arasında uzlaşı sağlanmadan önce bölgesel ve küresel güçler arasında bir çözüm yolu aranmalıdır. Aksi takdirde konferanslar, Esed rejiminin varlığını sürdürebilmesi için kullandığı bir araca dönüşmekte, Suriye’de çözümsüzlük devam etmektedir.

ARAŞTIRMA DOSYASI : İsrail-AB İlişkilerinde Yahudi Yerleşim Yerleri İnşası Krizi

Firuze Yağmur Gökler

ORSAM Uzman Yardımcısı

firuzegokler

İsrail’in Doğu Kudüs ve Batı Şeria Yahudi yerleşim inşaları Altı Gün Savaşlarından (1967) sonra artmıştır. Filistin topraklarında dört ana bölgede İsrail’in toplam 600 bine yakın yerleşimcisi bulunmaktadır. Bu dört ana bölge Gazze Şeridi, Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Golan Tepeleridir. (1) Bu dört ana bölgeden olan Gazze Şeridi 2005 yılındı boşaltılmıştır, ama diğer üç bölgeye yerleşim yerleri inşaları uluslararası arenada tepkilere, bu konuyla ilgili alınan kararlara ve yaptırımlara rağmen artarak devam etmiş ve etmektedir.

Avrupa Birliği İsrail’in Filistin topraklarında inşa ettiği yerleşim yerleri ile ilgili İsrail tarafı ile birçok kez görüşmüş ve bu konuyla ilgili rahatsızlıklarını ve yapılması gerekenleri her fırsatta dile getirmiştir. İki taraf arasında yapılan görüşmelere ve uluslararası tepkilere rağmen İsrail bu bölgelerde Yahudi yerleşim yerleri inşaatına devam etmektedir. Bu durumun devam etmesinden dolayı Avrupa Birliği’nden ve Birliğin üye ülkelerinden tepkiler gelmeye başlamıştır. Birlik İsrail’in bu tutumuna karşı tepkilerini ise birçok yönden göstermekte ve bu tutumundan vazgeçmesi için İsrail’e baskı yapmaktadır. 2001 yılında AB-İsrail Gümrük Birliği Komitesi toplantısında; AB tarafından tanınan vergi muafiyetinden Filistin’in işgal edilen topraklarında üretilen İsrail ürünlerinin yararlanamayacağı açıklanmış ve konuyla ilgili çözüm bulunamazsa kararın yürürlüğe gireceğine değinilmiştir. Böyle bir kararın alınması İsrail’i yılda 250-300 milyon dolar zarara uğratmaktadır.

Avrupa Birliği 2013’ün Temmuz ayında Yahudi yerleşimleri ile ilgili bir başka kararla ile İsrail’in konu ile ilgili devam eden tutumuna tepkilerini koymaktadırlar. Avrupa Birliği’nin bu yeni kararında İsrail AB’nin verdiği fonları bu bölgedeki yerleşim yerlerinin inşasında kullanmama zorunluluğu getirmektedir. Başka bir deyişle AB İsrail’e kullandıracağı fonları ancak 1967 öncesi sınırlarında kullanım şartını getirmektedir. Yönetmelik Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün İsrail Devleti sınırları dışında olduğunu söylemekte, 2020’ye kadar Avrupa Birliği ve İsrail arasında 1975’te imzalanan işbirliği anlaşması dahilinde Birlik tarafından İsrail’e sağlanacak fonları belirlemektedir.

Avrupa Komisyonu Sözcüsü Maja Kocijancic yaptığı açıklamada Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin kanunsuzluğuna dikkat çekmiş ve konuyla ilgili görüşlerini şu şekilde dile getirmiştir: “Konuyu takip edenler için bu uzun zamandır devam eden AB pozisyonu ile ilgili. Yahudi yerleşimleri uluslararası kanunlara göre yasadışıdır. Aynı zamanda daha önce belirttiğim gibi Avrupa Birliği İsrail’in işgal ettiği topraklardaki hakimiyetini tanımamaktadır.” (2)

Son olarak geçtiğimiz haftalarda Avrupa Birliği ülkeleri İngiltere, İspanya, Fransa ve İtalya kendi ülkelerindeki İsrail büyükelçilerini dışişleri bakanlıklarına çağırarak İsrail’in Doğu Kudüs ve Batı Şeria’daki kanunsuz inşaatlarını protesto etmişler ve büyükelçilere kaygılarını iletmişlerdir. Bu dört ülke İsrail’in bu tutumunun İsrail- Filistin barış sürecini sekteye uğratacağını ve büyük zarar vereceğini dile getirmişlerdir. Avrupa’nın yerleşim kararına vermeyi planladıkları diğer tepkiler arasında İsrail’le yapılan stratejik diyalog toplantılarının askıya alınması, buralarda üretilen tüketim ürünlerinin etiketlenmesi hatta Yahudi yerleşimlerine bazı yaptırımlar uygulanması öngörülmektedir.

İsrail ise AB’nin bütün bu tutumlarını her defasında sert bir dille eleştirmiş, AB’yi yanlı ve kısasa kısas bir tutum takınmakla suçlamıştır. AB ve İsrail arasında yaşanan bu gelişmeler, iki taraf arasında gerginliğin artmasına neden olmuş ve ilişkileri zedelemiştir. Oysaki Avrupa Birliği her fırsatta İsrail’e yerleşim yerleri ile ilgili kaygılarını dile getirmiş ve İsrail’in bu konuyla ilgili daha dikkatli davranması gerektiğini dile getirmiştir. Ayrıca Avrupa Birliği, İsrail’in atacağı adımların barış sürecini olumsuz yönde etkilememesi gerektiğini vurgulamıştır. Bütün bu uyarılara ve yaptırımlara rağmen İsrail bu bölgelerdeki yerleşim yerlerine devam etmektedir ve bu durum hem İsrail- Filistin barış sürecini sekteye uğratmakta hem de AB ile olan ilişkileri ciddi bir boyutta yıpratmaktadır.

(1) Al Jazeera Türk, “Kronoloji: İsrail’in işgal altındaki topraklarda yerleşim faaliyetleri”, http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-israilin-isgal-altindaki-topraklarda-yerlesim-faaliyetleri , Erişim: 01 Şubat 2014

(2) Euronews, “AB’den Yahudi yerleşimleri dolayısıyla İsrail’e boykot”, http://tr.euronews.com/2013/07/16/ab-den-yahudi-yerlesimleri-dolayisiyla-israil-e-boykot/, Erişim: 01 Şubat 2014

ARAŞTIRMA DOSYASI : AB ile Rusya Arasında Ukrayna

Orhan GAFARLI

Eski Sovyet ülkeleri, SSCB’nin dağılmasından yirmi üç yıl sonra Avrupa Birliği (AB) ile Rusya arasında tercih yapmak zorunda oldukları bir sürece girmiştir. Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ve Ukrayna, AB’nin Doğu Ortaklığı programı ile Rusya’nın Gümrük Birliği (akabinde Avrasya Birliği) projesi arasında seçim yapmak durumunda kalmaktadır. Bu süreçte eski Sovyet devletleri içinde Ukrayna’nın, gerek jeopolitik konumu ve enerji ihtiyacı gerekse kültürel kimliğinden dolayı karar verme safhasını en zor yaşayan ülke olduğu gözlemlenmektedir. Yanukoviç iktidarının, 28-29 Kasım 2013’te Litvanya’nın başkentinde düzenlenen Vilnius Zirvesi öncesinde beklenenin aksine AB ile Ortaklık ve Serbest Ticaret Anlaşması’nı imzalamayacağını beyan etmesi Kiev’de protesto gösterilerine yol açmıştır. Başkent Kiev’de başlayan AB yanlısı gösteriler, Viktor Yanukoviç’in 17 Aralık’ta Rusya ile yakınlaşma kararının ardından diğer şehirlere yayılmış ve Ukrayna genelinde toplumsal bir tepkiye dönüşmüştür.

Ukrayna’da iktidarın 16 Ocak 2014 tarihinde meclisten geçirdiği internet kullanımını, gösteri yapma hakkını ve basın hürriyetini kısıtlayan yasaların protestoların tekrar güçlenmesine yol açtığı görülmektedir. Vitali Kiliçko ve Arseniy Yaçenuk gibi muhalefet liderlerinin hitap ettiği AB yanlısı kitleler, Yanukoviç’in Bölgeler Partisi üzerinden otoriterleşmesine ve Rusya’nın Ukrayna üzerinde artan nüfuzuna tepki göstermektedir. Turuncu Devrim sonrası en geniş katılımlı protestolara dönüşen gösteriler sadece yürüyüşler ile sınırlı kalmamakta, sivil protestocular kamu binalarına girmeye ve illerin yönetimini sembolik biçimde ele geçirmeye çalışmaktadır. Hâlihazırda Ukrayna’da Çernovtsi, Livov, Jitomir, Ternopil, Rivne, İvano-Frankovsk, Vinnitsa, Himelnitski, Volın ve Çerkası kentlerindeki hükümet binaları muhaliflerin denetimine geçmiş durumdadır.

Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç, ilk etapta karşı tedbirler geliştirerek gösterileri zayıflatabileceğini hesap etmişse de protestolar genişledikçe uzlaşma niteliğinde adımlar atmaya yönelmiştir. Yanukoviç bu kapsamda muhalif liderlerden Arseniy Yaçenuk’a başbakanlık, Vitali Kiliçko’ya başbakan yardımcılığını teklif etmiş, fakat muhalefet liderleri Yanukoviç’in Cumhurbaşkanı olduğu sürece hiçbir teklifi kabul etmeyeceklerini açıklamıştır. Bu gelişmeden sonra 28 Ocak’ta Başbakan Nikolay Azarov ve hükümet istifa etmiş, yeni başbakan ve kabinenin açıklanmasına kadar başbakanlık görevini Başbakan Yardımcısı Sergey Arbuzova devralmıştır. Ukrayna Meclisi, 16 Ocak’ta kabul ettiği (internet kullanımını, gösteri yapma hakkını ve basın hürriyetini kısıtlayan) yasaların bir bölümünü iptal etmiş, Yanukoviç de gösterilerde gözaltına alınan kişilerin serbest bırakılmasını sağlayacak af yasasını imzalamıştır. Ancak bu adımlara rağmen Ukrayna’da protestoların dinmediği, kamu binalarını işgal eylemlerinin devam ettiği gözlemlenmekte, sürecin ülkenin bölünmesine kadar gidebileceği yönünde değerlendirmeler yapılmaktadır.

Bu analizde AB ile Rusya arasında Ukrayna’nın maruz kaldığı karar verme süreci incelenmekte, Rusya’nın Ukrayna üzerinde Yanukoviç iktidarı ile belirginleşen nüfuzu ve AB’nin Ukrayna stratejisi ele alınmaktadır. Analizde ayrıca Ukrayna siyasetinde öne çıkan iç dinamikler üzerinde durulmakta, bu dinamiklerin Kiev’in muhtemel hareket tarzına etkileri değerlendirilmektedir.

Rusya’nın Ukrayna Üzerinde Artan Nüfuzu

Ukrayna-Rusya ilişkilerinin doğru bir şekilde değerlendirilmesi için iki ülkenin ortak tarihi tecrübeleri ve Ukrayna’nın Slav dünyasındaki konumu göz önünde bulundurulmalıdır. Slav dünyasının tarihi yükselişinin başladığı Kiev Rusya’sı, 882-1240 tarihlerinde bugünkü Ukrayna’nın başkentinin bulunduğu bölgede yer almıştır. Ukrayna ve Rusya halkları, ortak bir tarihi paylaştıklarını ve akraba topluluklar olduklarını bugüne kadar unutmamışlardır. Rus siyaset bilimci Dimitri Trenin, Sovyetler Birliği dağıldığı zaman birçok Rus için bağımsız ve ayrı bir yola sahip Ukrayna’yı düşünmenin oldukça zor olduğunu ifade etmektedir.(1)

Ancak tarihi gelişim sürecinde Kiev, Slav dünyasının başkenti olmakla birlikte Batı ve Doğu Slavları arasındaki kültürel ayrışımın ortaya çıktığı sınır niteliğindedir. Stalin’in II. Dünya Savaşı döneminde Kırım Tatarlarını sürgüne göndererek Kırım bölgesine Rus nüfus yerleştirmesiyle de bu ayrışımın belirginleştiği görülmektedir. Ukrayna, Rusya dışında en kalabalık Rus nüfusun ikamet ettiği ülkedir. Ukrayna’da toplam nüfusun yaklaşık %20’sini oluşturan Ruslar, ülkedeki en büyük etnik azınlık statüsündedir. Ruslar ülkenin daha çok doğu ve güney bölgelerinde yaşamaktadır. Rus azınlık, özellikle Kırım bölgesinde toplam nüfusun yarısından fazlasını oluşturmaktadır.

Rusya için Ukrayna’nın önemi tarihi ve kültürel alanlarla sınırlı değildir. Ukrayna, jeopolitik konumu bakımından da Moskova açısından oldukça değerlidir. Karadeniz’e kıyısı olan Ukrayna toprakları, Rusların gerek Karadeniz havzasında Osmanlı İmparatorluğu ile rekabet edebilmesi için gerekse Akdeniz’e nüfuz edebilmesi için önem arz etmiştir. Tarihi süreçte Rusların Ukrayna’nın özellikle Kırım bölgesine yönelik yayılmacı bir politika izlediği, Azak Denizi’yle Karadeniz’i birbirine bağlayan bu stratejik yarımadaya hâkim olmaya çalıştığı görülmektedir. Rusya, II. Yekatirina’nın 1762’de geliştirdiği Yunan Projesi kapsamında Kırım’a hâkim olmayı, bu yarımada üzerinden Osmanlı İmparatorluğu’nu zayıflatmayı ve güneydeki sıcak denizlere açılmayı hedeflemiştir. Rusya II. Yekatirina döneminden başlayarak Kırım’da askeri üs bulundurmaya başlamış, bu stratejisini SSCB döneminde Sivastopol limanında kurduğu üsle sürdürmüştür. SSCB’nin dağılmasıyla, Ukrayna Sivastopol’daki Rus üssünün varlığını sona erdirmeye çalışmış, ancak bu konu iki ülke arasında gerginliklere neden olmuştur. Viktor Yanukoviç’in iktidara gelmesiyle de taraflar 2010’da Rusya’nın Karadeniz filosunun Kırım’da kalması mevzuunda anlaşmış, 2017’de üssün kullanım süresinin 25 yıl daha uzatılması için mutabakata varılmıştır.(2)

Ukrayna’nın konumu, Rusya’nın yakın çevresinde etkili olma hedefi ve Avrupa’ya nüfuz etme stratejisi açısından da önemlidir. Rusya, “Kırmızlı Hatlar” kavramına dâhil ettiği Ukrayna’daki gelişmeleri milli güvenliği kapsamında değerlendirmekte, Kiev’in özellikle Batılı ülkelerle etkileşiminden tedirgin olmaktadır. Kiev’in Rusya’nın güdümünde hareket etmesini hedefleyen Moskova, Ukrayna’nın Avrupa-Atlantik sistemine entegrasyonunu tehdit olarak algılamaktadır. Ukrayna ayrıca Rusya ile Avrupa arasındaki enerji nakil hatlarının geçiş bölgesindedir. Rusya’nın Avrupalı ülkelere enerji ihraç ettiği nakil hatlarının %80’i Ukrayna topraklarından geçmektedir. Rusya’nın Avrasya genelinde takip ettiği stratejilerin başarılı olabilmesi Ukrayna’nın dış politika tercihlerine bağlıdır. ABD eski Başkanı Jimmy Carter’ın danışmanlarından Zbigniew Brzezinski, Rusya’nın tek başına sadece bir Asya ülkesi olduğunu, Ukrayna’sız Rusya’nın Avrasya gücü olamayacağını değerlendirmektedir.(3)

Ukrayna, bağımsızlığını kazandıktan sonra seçilen ilk cumhurbaşkanı Leonid Kravçuk (1991-1994) ve ikinci cumhurbaşkanı Leonid Kuçma (1994-2004) dönemlerinde Rusya’ya yakın bir politika yürütmüştür. Rusya 1991-2001 yılları arasında nispeten zayıf bir durumda olduğu için, ikili ilişkilerde ciddi bir problem yaşanmamıştır. Ancak Leonid Kuçma’nın cumhurbaşkanlığının son dönemlerinde Batılı ülkelerin Ukrayna ile yakınlaşmaya başlaması, bu ülkelerdeki seçim sonuçlarını etkilemiş ve Moskova’yı rahatsız etmeye başlamıştır. 2003 yılında Kuçma, kendisinden sonra cumhurbaşkanlığına Viktor Yanukoviç’i aday göstermiş, Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin de Yanukoviç’in adaylığını açıkça desteklemiştir. Fakat Putin Rusya’sının desteğine rağmen Batılı ülkelerin desteğiyle Ukrayna’da Turuncu Devrim gerçekleşmiş, cumhurbaşkanlığına Viktor Yuşçenko seçilmiştir.

Yuşçenko ile birlikte iktidara gelen Batı yanlısı gruplar AB’ye üyelik vizyonunu öne çıkarmış, Ukrayna’nın NATO’ya da üye olabileceğini vurgulamaya başlamıştır. NATO’nun kuzey ve doğu Avrupa’ya doğru genişlemesinden zaten rahatsız olan Moskova ise ittifakın Ukrayna’yı da kapsayacak şekilde genişleme ihtimali karşısında Kiev’e karşı tepkisel hareket etmeye başlamıştır. İkili ilişkilerin gergin bir dönem geçirdiği bu süreçte, Rusya’nın Sivastopol’daki askeri üssü tehlikeye girmiş, Moskova Ukrayna’ya ihraç ettiği doğal gazı siyasi bir araç olarak kullanmaya başlamış, gaz fiyatlarını olağanüstü biçimde yükseltmiştir. 2006 ve 2009 yıllarında iki ülke arasında doğal gaz krizleri yaşanmış, Rusya Ukrayna’ya arz ettiği gazı keserek Kiev’in Batı ile yakınlaşma girişimlerini durdurmaya çalışmıştır. Nitekim bu dönemde Ukrayna’nın Brüksel’le Doğu Ortaklığı Anlaşması’nı imzaladığı ve AB ile ticari ilişkilerini güçlendirmeye başladığı görülmektedir.

Batılı ülkelerin desteklediği Turuncu Devrim’le iktidara gelen Viktor Yuşçenko, cumhurbaşkanlığı makamını 2010 yılındaki seçimlerde Viktor Yanukoviç’e devretmek durumunda kalmıştır. Moskova’nın desteklediği Viktor Yanukoviç, ülkenin doğu ve güney bölgelerinden aldığı yüksek oy oranlarıyla iktidara gelmiş, Yanukoviç’in seçilmesiyle Rusya-Ukrayna ilişkileri yumuşamaya başlamıştır. Sivastopol’daki askeri üssün kapanma tehlikesi kalkmış, enerji konularında orta yol bulunmuş ve Ukrayna’nın tam kaybedilmemiş olması Rusya’yı rahatlatmıştır. Viktor Yanukoviç, Rusya tarafından desteklenen bir siyasi lider olmasına rağmen Yanukoviç’in AB ile yakınlaşma sürecini devam ettirdiği gözlemlenmiştir. Ancak Yanukoviç iktidarında NATO üyeliği hedefi telaffuz edilmemiş ve Ukrayna siyasetinde Turuncu Devrim sonrasında demokratikleşme adına gerçekleştirilen reformların peyderpey yürürlükten kaldırıldığı bir süreç başlamıştır.

Rusya’nın, Yanukoviç iktidarda olmasına rağmen Ukrayna’nın AB ile gelişen ilişkilerine çeşitli yöntemlerle tepki göstermeye devam ettiği gözlenmiştir. Moskova, Kiev’in AB ile Doğu Ortaklığı anlaşması imzaladığı 2009 yılından itibaren ikili ticari ilişkileri sınırlandırmaya tevessül etmiş ve Ukrayna menşeli ürünlerle ilgili zorluklar çıkarmaya başlamıştır. 2011’den itibaren Rusya, eski Sovyet coğrafyasında Kazakistan ve Belarus ile oluşturduğu Gümrük Birliği’ne Ukrayna’yı davet etmektedir. Moskova, Kiev’in Gümrük Birliği yerine AB ile Doğu Ortaklığı çerçevesinde kapsamlı serbest ticaret antlaşmasını imzalaması durumunda ikili ilişkilerin gözden geçirileceğini ve vize uygulamasına geçilebileceğini beyan etmiştir. Fakat Rus yetkililer, Kiev’in Gümrük Birliği’ni tercih etmesi halinde enerji fiyatlarında indirim yapılabileceğini ve Rusya’nın Ukrayna’ya ekonomik yardım paketi sağlayabileceğini açıklamıştır. Rusya’nın bu açıklamalarla, AB ile yakınlaşması karşılığında Kiev’i cezalandırmaya, AB ile yakınlaşmaktan vazgeçmesi durumunda ise ödüllendirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır.

Rusya Gümrük Birliği projesiyle, 2015 yılında eski Sovyet ülkelerinin dâhil olduğu Avrasya Birliği’nin kurulmasına kadar uzanacak bir bütünleşme sürecini başlatmayı planlamaktadır. Ukrayna, gerek Gümrük Birliği safhasının gerekse nihai aşamada tesis edilecek Avrasya Birliği’nin gerçekleşmesi için en önemli birkaç ülke arasındadır. Moskova bu nedenle mutlak surette Ukrayna’nın dâhil olduğu bir Gümrük Birliği tasarlamakta, bu ülkenin tercihini etkileyebilecek bütün imkânlarını seferber etmektedir.

Rusya ile AB arasında kalan Yanukoviç iktidarının, gerek Ukrayna’nın Rus doğal gazına bağımlılığı gerekse ticari ilişkilerin bozulmasını göze alamayacağı için Vilnius Zirvesi öncesinde Brüksel ile kapsamlı serbest ticaret anlaşmasını imzalamaktan vazgeçtiği görülmektedir. Yanukoviç’in kararından ziyadesiyle memnun olan Rusya ise Ukrayna’yı Gümrük Birliği’ne davet etmekte, bu ülkeye ihraç ettiği enerjide fiyat indirimine gidebileceğini belirtmekte ve ekonomik yardım vaadinde bulunmaktadır. Ancak Rusya, Ukrayna’daki protesto gösterilerinin ardından muhalefetin iktidara gelmesi halinde enerji fiyatlarında indirimin söz konusu olmayacağını ve ekonomik destek sağlanmayacağını da beyan etmiştir.

AB’nin Ukrayna Stratejisi

SSCB’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan Ukrayna, komünist sistemden demokrasiye geçiş sürecinde Avrupalı ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. Ukrayna bir Doğu Avrupa ülkesi olarak AB’nin gerek ticari menfaatleri ve enerji güvenliği açısından gerekse Karadeniz havzasıyla etkileşime girme hedefi kapsamında önemli bir aktör olarak değerlendirilmiştir. AB, Ukrayna’yı 2004’te başlattığı Komşuluk Politikası’na dâhil etmiş, 2008’de ihdas ettiği Doğu Ortaklığı programı kapsamında da bu ülke ile güçlü ticari ilişkiler geliştirmeyi amaçlamıştır. Ukrayna AB’nin Doğu Ortaklığı programı içindeki en büyük ülkedir. 46 milyonluk nüfusu ve verimli tarım arazileri sayesinde Ukrayna AB için hem büyük bir pazar konumundadır hem de gıda arzında yüksek potansiyele sahiptir. Rus doğal gazını Avrupa’ya taşıyan nakil hatlarının %80’i Ukrayna’dan geçmektedir. Ukrayna, AB’nin Karadeniz stratejisi açısından da değerli bir ülkedir. Birlik müktesebatına intibak düzeyi yeterli olmadığı halde Romanya ve Bulgaristan’ı 2007’de tam üyeliğe kabul eden AB, Karadeniz Sinerjisi kapsamında kıyıdaş ülkelerle işbirliği geliştirmeyi amaçlamakta, Ukrayna’nın bu kapsamda Birliğin etki alanına girmesini hedeflemektedir.

Bu genel değerlendirmenin yanı sıra Ukrayna-AB ilişkileri “Geniş Havza” ve “Yakın Havza” olarak iki farklı düzeyde incelenebilir. Geniş Havza düzeyinde ilişkilerin Almanya-Ukrayna hattında biçimlendiği görülmektedir. Yakın Havza düzeyinde de ise Polonya-Ukrayna ilişkilerinin öne çıktığı görülmektedir.

Geniş Havza yaklaşımıyla, Almanya-Ukrayna ilişkilerinin değerlendirilmesi ve gözden geçirilmesi gerekmektedir. Berlin-Kiev ilişkileri, önemli bir tarihi geçmişe sahiptir. Almanya, Ukrayna’yı, Doğu Avrupa’da stratejik öneme sahip bir aktör olarak görmüştür. Ukrayna’nın bu stratejik önceliği, Doğu Avrupa ülkesi olarak Karadeniz havzasında bulunmasından kaynaklanmaktadır. Ukrayna-AB-Almanya kapsamında bu ilişkiler değerlendirilmek istendiğinde, daha geniş bir çerçeve çizmek gerektiği ortaya çıkmaktadır. Nitekim Almanya ve Ukrayna’nın, siyasi ve ekonomik açılımlarını AB kapsamında gerçekleştirdiği görülmektedir.

Soğuk Savaş döneminde (1966) Almanya’nın, “Ostpolitik” (doğu politikası) kavramı çerçevesinde yeniden bir dış politika üretmediğinden söz edilmektedir. Ostpolitik dış politika, Almanya’da büyük koalisyonla iktidara gelen sosyalistlerden Willy Brandt’in Dışişleri Bakanı olmasıyla inşa edilmişti. Brandt’in dış politika konseptinde Doğu Avrupa ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek ve bununla birlikte Rusya ile diyalog kurulmasını öngörmekteydi.(4) AB’nin siyasi bir birlik oluşturmasından sonra Almanya’nın AB’de lokomotif bir ülke olması, Berlin’in Ostpolitik dış politika yaklaşımını aynı zamanda Brüksel’in de dış politika konseptlerine yansıtmıştır.

SSCB’nin dağılmasından sonra, komşuluk politikaları çerçevesinde AB’nin siyasi yayılışına, Ukrayna, Belarus, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan da dâhil olmuştur. “Neue Ostpolitik” (Yeni Ostpolitik) olarak görülen bu dış politika yaklaşımı, bu çerçevede Ukrayna, Belarus, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ı içeren ve AB ile bu ülkeler arasında yakınlaşmayı öneren bir açılım olmuştur.(5)

Karadeniz havzasında bulunan bir ülke olması nedeniyle Ukrayna’yı, “AB-Karadeniz açılımı veya yayılması projesi” çerçevesinde de değerlendirmek mümkündür. Buna ilave olarak Karadeniz’de stratejik ve askeri bakımdan önemli bir konumda bulunan Kırım bölgesinin Ukrayna’ya ait bir toprak olması ve Ukrayna’nın Karadeniz’de en uzun sınıra sahip ülke olması, Bulgaristan ve Romanya’dan sonra Brüksel ve Berlin için önem taşımaktadır. Almanya, AB kapsamında Ukrayna üzerinden Karadeniz’e açılarak AB-Karadeniz havzasında önemli bir aktör olmayı istemektedir.

Ukrayna’nın AB kapsamında başka bir dost ülkesi Polonya’dır. Polonya–Ukrayna ilişkileri, Almanya’dan sonra yakın havza olarak ifade edilen ilişkilerdir. Geniş Havza’da Berlin-Brüksel-Kiev ilişkileri hayat alanı bulurken, Ukrayna-Polonya ilişkileri, daha çok yakın havza ilişkileri olarak ortaya çıkmaktadır.

Polonya, tarihi olarak Slav halkları içinde büyük iddialara sahiptir ve Doğu Avrupa ülkelerinden Litvanya, Letonya, Ukrayna ve Belarus’un kendi etki alanı içinde olduğuna dair tarihi hegemonik bir algısı vardır. 1970’li yıllarda Polonyalı önemli entelektüeller arasında yer alan ve aynı zamanda Almanya’da siyasi sığınmacı statüsünde bulunan Geydorca ve Maraşevshkaya, Polonya için “Wschód” (Doğu) dış politika vizyonunu hazırlamışlardır. Fakat o dönemde bu konsept gündemde değildir ve uygulamaya konmamıştır.(6) Ancak Sovyetler Birliğinin dağılmaya başladığı yeni dönemde Polonya’nın bu konsepti uygulamaya koyduğu görülmektedir.

Polonya, Rusya’ya karşı alternatif olarak Doğu Avrupa’da ve Slav dünyasında liderlik iddiasındadır ve bu çerçevede Ukrayna’yla ilişkilerine özel önem vermektedir. Ukrayna’nın batı kısmı, Polonya’nın kültürel ve ekonomik politikalarının etkisi altındadır. Batı Ukrayna bölgesi Birinci Dünya Savaşı öncesinde Polonya’nın toprakları arasında bulunmaktaydı. Bu bakımdan, tarihi bağların bulunduğu bu coğrafyayla Polonya, aynı zamanda kültürel bağlara da sahiptir. Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye entegre olması ve Euro-Atlantik güvenlik sistemine dâhil olması, Polonya’nın ekonomik ve siyasi güvenliği acısından oldukça önem arz etmektedir. Polonya, enerji ithalatını güvenli kılmayı, ekonomisi için yeni pazarlar elde edeceğini hesaplamaktadır.

Bağımsızlığını kazanmasından sonra, 1991-1997 yılları arasında AB, Ukrayna için önemli bir donör haline gelmiştir. AB, Ukrayna’nın kapitalist dünyaya entegre olması ve ekonomik bunalımdan çıkması için Ukrayna’ya bu yıllarda 4 milyar dolardan fazla yardımda bulunmuştur. Brüksel-Kiev ilişkilerinin ikinci dönemi ise 5 Aralık 1999’da AGİT Helsinki Zirvesi’nde Ukrayna’yla ilgili kabul ettiği stratejik plandan/anlaşmadan sonra gelişmeye başlamıştır. Bu plana göre; Ukrayna’da istikrarın, demokrasinin ve piyasa ekonomisinin, halkın çıkarlarıyla uyumlu halde gelişmesi sağlanacak, Ukrayna-AB arasında güvenlik ve istikrar konusunda ilişkiler ileri bir noktaya taşınacak ve siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda ilişkiler geliştirilecek. Bu kapsamda AB, Ukrayna ile ilişkileri tesis ederek bu ülkenin Birliğe entegrasyon sürecinin başlayabileceğini öngörmektedir.

AB ve Ukrayna arasında ilişkilerin gelişimine katkı sağlayan ikinci önemli aşamaya, 2004 yılında Ukrayna’da Turuncu Devrim’in gerçekleşmesiyle geçilmiştir. 2004 yılında Ukrayna’da Cumhurbaşkanı olan Viktor Yuşçenko, açık bir şekilde Ukrayna’nın AB üyesi olma isteğini dile getirmiştir. Yuşçenko’nun iktidarı döneminde AB ile başlayan görüşmelerde bir Eylem Planı hazırlanmış (2005); 2008 yılında ise AB’nin desteği ile Ukrayna, Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olmuştur. Böylece AB-Ukrayna arasındaki ticari ilişkilerin gelişimine zemin hazırlanmıştır. Fakat dünyada yaşanan ekonomik kriz nedeniyle ikili ilişkilerde ekonomik açıdan beklenen ilerlemeler sağlanamamıştır.

2009 yılında, Ukrayna-AB ilişkilerinde üçüncü aşamanın başladığı ifade edilebilir. Üçüncü aşamayla birlikte Ukrayna-AB arasında Doğu Ortaklık Programı kapsamında ilişkilerin yeni bir düzeye geçtiği müşahede edilmiştir. İkili ilişkilerin gelişmesiyle Ukrayna’da iktidar değişikliği yaşanmış; Viktor Yuşçenko’nun eski rakibi Viktor Yanukoviç, Ukrayna’da iktidara gelmiştir. Bu dönemde AB ile Ukrayna arasında bir gerilim doğması beklenmiş, fakat 2013 yılına kadar yapılması gereken görüşmeler ve reformlar devam etmiştir. Bu durum, çok net bir şekilde yorumlanamamıştı; zira Yanukoviç eski cumhurbaşkanından farklı olarak Rusya ile ilişkilerin hassasiyetini göz önünde bulundurarak dengeli bir dış politika yürütmeye çalışmıştır.

Ukrayna’nın Tercihi

Bugün Ukrayna’da yaşanmakta olan siyasi süreci değerlendirmek için, yirmi üç yıl boyunca oluşan güçler dağılımını ve ülke-içi elitleri iyi tanımak gerekmektedir. Öncelikle, bağımsızlık yıllarını inceleyerek ve Ukrayna kamuoyunun bakış açısını dikkate alarak sermaye sahibi elitlerin rolünün önemli olduğu belirtilmelidir. Ukrayna kültürel olarak iki kısma bölünmüştür. Batı ve Güney olarak bu bölünmüşlük, kültürel ayrışımla birlikte siyasi bir ağırlığa sahiptir. Ukrayna yirmi dört ilden ve iki özerk cumhuriyetten oluşmaktadır. Livov, İvano Frankovskiy, Çernovitskiy, Valinskiy, Rovnenskaya ve Ternopolskiy illeri Batı Ukrayna sayılmaktadır. Bu illerin toplam nüfusu 7 milyon olarak civarındadır. Bu rakam, toplam nüfus oranın %17,6’sıdır. Bu 7 il dışındaki illerde merkezi bölgelerinde nüfusun yaklaşık % 50’si, Batı Ukrayna kültürüne yakın durmaktadır.(7) Batı Ukrayna illerinin birçoğu Birinci Dünya Savaşından sonra Polonya’dan alınarak Ukrayna’ya dâhil edilmiştir. Bundan dolayı Polonya’nın bu bölgelerdeki kültürel ve siyasi etkisi bugün de devam etmektedir. Bu bölgeler, sanayi alanında çok gelişmiş olmamakla birlikte, daha çok kültürel elitlerin yaygın olduğu ve sermaye sahibi elitlerden yoksun bir bölgedir.

2004 yılında Ukrayna’da gerçekleşen Turuncu Devrim sonrasında iktidara gelen siyasi çevreler, daha çok batı ve merkezi bölgelerin siyasi elitleri olmuştur. Bugün de mecliste temsil edilen partilerden milliyetçi Svaboda Partisi, eski Başbakan Yulya Timoşenko’nun partisi Batkivşina ve başkanlığını Kliçko’nun yaptığı Udar Partisi, bu bölgelerin elitlerinden oluşmaktadır. Batı bölgesinde bu grupların yüksek oy aldığını ve merkezi illerden bu partilerin aşağı yukarı %50 oy aldığını da ayrıca belirtmek gerekiyor.

Ukrayna Meclisi, 450 milletvekilinden oluşmaktadır. Yulya Timoşenko’nun partisi olan Batkivşina, daha çok merkezi illerden oy almaktadır. Bugün Ukrayna Parlamentosuna bakıldığında, Batkivşina Partisi’nin 99, Udar Partisi’nin 42 ve Svaboda Partisi’nin 37 milletvekili ile temsil edildiği görülmektedir.(8) Ukrayna’da hâlihazırda iktidarda doğu elitlerinin oluşturduğu bir hükümet vardır. Doğu, güney ve merkezi illerden oy alan Viktor Yanukoviç’in başkanı olduğu Bölgeler Partisi 210 milletvekili, iktidara yakın olduğu değerlendirilen ve Rusya’yla ilişkileri olduğu düşünülen Komünist Partisi 32 milletvekili ve bağımsız olarak 30 milletvekili Ukrayna Meclisi’nde bulunmaktadır.(9)

Doğu Ukrayna, sanayi bölgesi olduğu için sermaye biriktiren elitlerin ortaya çıktığı bir coğrafya olarak görülmektedir. Doğu Ukrayna aynı zamanda Rus kültürel etkisinin de yüksek olduğu bir bölge anlaşılmaktadır. Doğu ile birlikte güney bölgelerinde de Rus etkisinin varlığı hissedilmektedir.

Kiev Uluslararası Sosyolojik Araştırmaları Merkezi’nin yaptığı çalışmaya göre, Doğu ve Güney bölgelerinden Kırım’da %97, Doneski’de %93, Luganskaya’da %89, Odesa’da %85, Zaporojskaya’da %81, Harkov’da %74, Dinepropetrovskaya’da %72 ve Nikolayevskaya’da %66 oranında halkın Rus dilini ana dili gibi konuştuğu tespit edilmiştir. Ukrayna’nın merkezi illerinde ise halkın %75’i Rusça konuşmayı tercih etmektedir.(10) Ayrıca Ukrayna’nın nüfusunun %88’i Ortodoks Hristiyan’dır. Rus Kilisesi’nin nüfuzu da göz önünde bulundurulursa Rusya’nın ülkenin özellikle doğu, merkez ve güney bölgelerinde ne kadar etkin olduğu anlaşılabilir. Bütün bunlara ilaveten doğuda oluşan sermaye birikiminde bir anlamda Rusya’yla ticaretin oldukça etkili olduğu görülmektedir. Doğu ve güney bölgelerindeki tarım ve hayvancılık sektörleri ile ağır sanayi merkezleri ticaretini önemli oranda Rusya’yla yapmaktadır.

Kaynak: Ukrayna İstatistik Kurumu

Ukrayna’nın doğu bölgelerinde birikmiş olan sermayenin Harkov, Donetskiy ve Dinepropetrovskiy olarak üç bloğa ayrıldığı görülür. Böyle bir biçimlenme, bazen siyasi farklılıklara yol açmaktadır. Örneğin Donetskiy’de yoğunlaşan ve ağır sanayi sektörlerinde faaliyet gösteren işadamları Petro Poroşenko, Viktor Pinçuk ve Rinat Ahmedov stratejik olarak AB entegrasyonunu daha uygun görmektedir.(11) Bunun nedeni ise bu işadamlarının AB ülkeleriyle yürüttüğü ticari ilişkilerdir. Fakat bu işadamları, hükümetin yapacağı seçime bağlı olacaklarını da bildirmektedir. Daha çok tarım, gıda ve hayvancılık sektörlerinde faaliyet gösteren işadamları ise Rusya yanlısı Gümrük Birliğini tercih etmektedir.

2011 yılında Ukrayna toplumunda AB ile Doğu Ortaklığı programının yerini Rusya Gümrük Birliği’nin alabileceği yönünde tartışmalara başlamış, bu tartışma toplumda kutuplaşmalara neden olmuştur. Ukrayna hükümeti uzun süren tartışmalardan sonra Rusya’nın etkisiyle AB ile Doğu Ortaklık anlaşmasını imzalamamıştır.

Ukrayna-AB Ortaklık ve Serbest Ticaret Anlaşmalarına dikkat ettiğimizde vurgulanması gerekli husus, Vilnius Zirvesi’nde Kiev ve Brüksel arasında imzalanan belgelerin AB ülkelerinin parlamentolarınca da onaylanması gerektiği olmuştur. Bu durumda Avrupa Birliği içinde farklı ülkelerin kendi çıkarları söz konusu olacağı hesaba katıldığında sürecin uza(tıl)ması beklenebilir. Buna ilave olarak, bu anlaşmalarda ikinci önemli konu, Ukrayna’nın AB üyelik sürecinin başlatılmasının not edilmemesidir. AB içindeki ekonomik ve siyasi sorunlar, Ukrayna’ya gelecekte üyelik sürecinin açılmasının garantisini vermemektedir. Ayrıca AB vize rejiminin kaldırılmasına da şüpheyle bakılmaktadır. Ukrayna ise 2005 yılında AB ülkeleri için vize rejimini kaldırdığını açıklamıştır. Üçüncü önemli husus, Brüksel’in Ukrayna’ya acilen bir nakdi yardım sunmamasıdır. Oysa Ukrayna için bu yardım, oldukça önemlidir. Çünkü Vilnius Zirvesi’nde AB’nin imzalanmasını talep ettiği anlaşmalara Moskova’nın vereceği tepkilerden dolayı Ukrayna’nın Rusya ve Gümrük Birliği ülkeleriyle ticari ilişkilerinin zayıflaması beklenmektedir.

Rus yetkililer, Ukrayna’nın AB ile serbest ticaret antlaşması imzaladığı takdirde iki ülke arasındaki ticari ilişkiler konusunda dikkatli olacağını ve -Kremlin’e ait bazı siyasi ve taraflı yorumlarda- Rusya ekonomisinin bu durumda ciddi zarar göreceğini ifade etmektedir. Rusya, Ukrayna ihracatı açısından önemli olan ticari ilişkiler konusunda gerekli önlemleri almıştır. Mesela 2013 yılında AB-Gümrük Birliği tartışmaları başladığı zaman Rusya, Ukrayna’dan yapılan ithalatı % 25 oranında kısıtlamıştır. Bu durum Ukrayna bütçe gelirlerini tehdit ederken, sosyal istikrarın bozulma tehlikesini de ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle, özellikle Ukrayna’nın üretim bölgesi olan doğu ve güney bölgelerinde ekonomik istikrarsızlık yaşanmıştır. Doğu bölgesi, iktidar partisinin seçimlerde yüksek oy aldığı bölgedir. Eğer ekonomik istikrarsızlık bu bölgede devam ederse Bölgeler Partisinin oyları azalabilir ve Komünist Parti’nin oyları yükselebilir. Böyle bir senaryo Ukrayna için çok tehlikelidir. Çünkü Komünist Parti’nin iktidara gelmesi ülkeyi parçalayabilir.

AB’nin Ukrayna’dan siyasi bir talebi de vardır. Yanukoviç iktidara geldikten sonra 2011 yılında Turuncu devrimin lideri, eski Başbakan ve Batkivşina Partisinin Başkanı Yulya Timoşenko, milli menfaatlere zarar veren bir doğal gaz anlaşması yaptığı ve yolsuzluk yaptığı suçlamasıyla hapsedilmiştir. Yulya Timoşenko’nun hapsedilmesi AB tarafından olumsuz karşılanmıştır. AB, Doğu Ortaklık anlaşmasının imzalanmasından bir hafta sonra Timoşenko’nun serbest bırakılmasını talep etmiştir. Ukrayna muhalefetinin milliyetçi kanadı Svaboda Partisi, eski Başbakan Yulya Timoşenko’nun partisi Batkivşina ve başkanlığını Kliçko’nun yaptığı Udar Partisi, ülkedeki durumu ve krizi siyasi ve ekonomik olarak iyi değerlendirerek toplumu gösterilere yönlendirmeyi başarmıştır.

Ukrayna iktidarının AB ile Doğu Ortaklık anlaşmasını parafe etmemesi sonrası Research & Branding Group kamuoyunun eğilimlerini değerlendirmek için bir anket çalışması gerçekleştirmiştir. Elde edilen sonuçlara göre ankete katılanların %46’sı AB entegrasyon sürecini desteklerken, %36’sı Gümrük Birliğine katılımı desteklemişlerdir. Her beş katılımcıdan biri ise herhangi bir tercihte bulunmamıştır. AB entegrasyon sürecini Batı Ukrayna’da destekleyenler %81 olurken, bu oran merkezi bölgelerde %56’yı bulmuştur. Güney Ukrayna’da %30 ve doğuda %18 destek almıştır. Gümrük Birliği, doğu bölgelerde % 61, güney bölgelerde %54, merkez bölgelerinde %22 ve batı bölgelerinde %7 oranında desteklenmiştir. AB ile yapılan bir anlaşmanın Ukrayna’nın ne kadar çıkarına olacağı sorusuna ise genel olarak %30 oranında katılımcının faydalı bulduğuna ve %39’nun ise anlaşmayı faydalı bulmadığı sonucuna ulaşılmıştır.(12)

Son zamanlarda Rusya-Ukrayna arasındaki karşılıklı diyaloglar sonucunda Gümrük Birliği anlaşmasının imzalanmasının beklendiği haberleri medyada yer almaktadır. Ukrayna Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç ve Vladimir Putin arasında en son gerçekleşen görüşmeden sonra Moskova’nın Kiev’e gaz fiyatlarında %35 oranında indirim yapacağı ve 15 milyar dolar yardımda bulunacağı haberleri medyada yer almıştır. Gaz fiyatlarındaki bu indirimin, Ukrayna ekonomisinin gelişmesi için önemli avantajlar sağlayacağı değerlendirilmektedir. AB ile yaşanan başarısız görüşmeler sonrasında Rusya ile böyle bir anlaşmanın sağlanması, Ukrayna’nın doğu entegrasyonu olan Gümrük Birliği’ni seçme ihtimalini yükseltmektedir.

Ukrayna’daki protesto gösterilerinin Yanukoviç’in iktidarı bırakması veya 2015’te gerçekleştirilecek cumhurbaşkanlığı seçimine kadar farklı biçimlerde devam edebileceği tahmin edilmektedir. Ancak kriz ülkede erken seçimlere de yol açabilir ve böylece iktidar değişikliğine giden bir süreç başlayabilir. Yanukoviç iktidarı, krizin aşılması için AB ile Rusya arasındaki tercih kararını halka bırakarak referanduma gidebilir. Bu nedenle gerek iktidarın değişmesi gerekse mevcut iktidarın ülkenin doğu ve güney bölgelerinin desteğiyle iktidarını pekiştirmesi ihtimaller arasındadır. Fakat iki senaryoda da toplumdaki mevcut kutuplaşmanın izale edilebilmesi zor görünmektedir. Zira batı yanlısı bir cumhurbaşkanı ve ittifak iktidara gelirse, ülkenin özellikle Rus nüfusun yoğun olduğu güney bölgelerindeki ayrılıkçı eğilim güçlenebilir. Yanukoviç iktidarının devamında ise ülkenin batı ve kuzey bölgelerindeki rahatsızlık zirveye çıkabilir.

ARAŞTIRMA DOSYASI : Cenevre 2 Konferansı İlk Oturumunun Ardından

Oytun Orhan

ORSAM Ortadoğu Uzmanı

Suriye’deki iç savaşın çıkmaza girmesi neticesinde karşıt kampları destekleyen iki büyük güç ABD ve Rusya, Suriye’de tek çıkış yolunun siyasi çözüm olduğu konusunda uzlaşmıştı. Bu mutabakatın sonucu olarak Haziran 2012 tarihinde ABD ve Rusya öncülüğünde BM Daimi Üyeleri, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, Arap Ligi ve aralarında Türkiye’nin de olduğu bazı bölge ülkelerinin katılımı ile Cenevre Konferansı gerçekleşmişti. Konferans sonunda 30 Haziran 2013 tarihinde Suriye’de siyasi geçiş için yol haritasını belirleyen Cenevre Bildirisi yayınlanmıştı. Bildiri temel olarak, tam yürütme gücüne sahip, içinde rejim ve muhaliflerden temsilcilerin yer alacağı geçiş hükümeti kurulmasını, geçiş hükümetinin seçimleri denetlemesi ve ülkede demokrasiye geçişin önünü açmasını öngörmekteydi. Ayrıca, Suriye’nin tüm toplumsal kesimlerini içeren bir ulusal diyalog sürecinin başlatılması, yasal sistemin gözden geçirilmesi, özgür ve çok partili seçim için yeni kurumların kurulması gibi başlıklar bildiride yer almıştı.

Cenevre Konferansı’nın ardından, uzlaşılan maddeleri hayata geçirmek adına tarafları bir araya getirme çabaları yürütülmüştü. Ancak muhalefeti kimin temsil edeceği, Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Suriye’nin geleceğindeki rolünün ne olacağı konularındaki anlaşmazlıklar nedeniyle ikinci toplantı gerçekleştirilememişti. Çabalar 2013 yılının Kasım ayında sonuç verdi ve BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, Suriye’de barışçıl geçiş için araç olacak Cenevre 2 Konferansı’nın 22 Ocak 2014 tarihinde toplanacağını açıkladı.

Suriye hükümeti 27 Kasım 2013 tarihinde Cenevre 2 Konferansı’na katılacağını açıklamış ancak heyetlerinin Konferans’ta “hiç kimseye iktidarı devretmeye gitmeyeceğini” bildirmişti. Rejim ve muhaliflerin uzlaşamamasının en önemli nedenini ise Devlet Başkanı Beşar Esad’ın ülkenin geleceğinde yer alıp alamayacağına ilişkin tartışmalar oluşturmaktaydı Beşar Esad Konferans’tan üç gün önce Batı basınına verdiği röportajda “"Eğer halk da bunu istiyorsa, aday olmamam için bir neden görmüyorum. Kısacası, adaylık ihtimalim yüksek” ifadelerini kullanmıştı. Bu ifadeler ile ülkenin geleceğindeki rolünün tartışmaya açık olmadığı mesajını vermişti. Aynı röportajda, muhalefetle iktidarı paylaşmalarının söz konusu olmadığını ve Cenevre 2 Konferansı’nın “terörizmle savaşa” odaklanması gerektiğini savunmuştu.

Muhaliflerin Konferans’a katılım kararı ise zor bir sürecin ardından gerçekleşti. Suriye Ulusal Koalisyonu ilk aşamada, Beşar Esad iktidarı bırakma garantisi vermeden Konferans’a katılmayacaklarını açıkladı. Ancak ABD’nin baskısı ile Konferans’tan sadece 4 gün önce katılacaklarını açıkladı. Bu karar dağınık haldeki siyasi ve askeri muhalifler arasında tartışma yarattı. Siyasi muhalefetin bir bölümü ve sahada yer alan askeri muhalefetin büyük bölümü Cenevre Konferansı’nı desteklemediklerini açıkladı. Hatta bazı silahlı muhalif gruplar Konferans’a katılanları “hainlikle” suçladı. Ulusal Koalisyon içindeki en büyük blok Suriye Ulusal Konseyi de Konferans’ı boykot edeceğini açıkladı. Ulusal Konsey, Esad iktidarı bırakmadan müzakereye yanaşmayacakları vaadine ters düşeceği, sahadaki aktivist ve savaşçıların Konferans’ı onaylamadıkları gerekçeleriyle katılmamayı seçtiklerini açıkladı.

Konferans öncesi bu gelişme ve açıklamalar, Cenevre 2’nin Suriye’de iç savaşı sonlandırmak adına kritik bir aşama olacağını ilişkin beklentileri düşük seviyede tutmuştu. Ancak siyasi çözümün tek yol olduğu konusundaki mutabakat, Cenevre sürecinin tek araç olarak desteklenmesini beraberinde getirdi. Konferansın sunabileceği tek başarının Suriyeli sivillere insani yardımın ulaşması için güvenli koridorların kurulması olabileceği görüşü hakimdi. Bunun ötesinde ateşkes ya da siyasi geçişe yönelik adım atılması birçok faktör nedeniyle mümkün değildi. Bu faktörler şu şekilde sıralanabilir:

– Cenevre 2 Konferansı’nın en büyük zayıflığı görüşmelerin, gerçekten bir şeyler yapabilecek güce sahip olan ancak bu konuda samimi olmayan rejim ile bir şeyler yapmak isteyen ancak bunu hayata geçirecek güce sahip olmayan muhalifler arasında yürütülüyor olmasıdır.

– Son aylarda sahada rejim ile muhalifler arasındaki güç dengesi rejim lehine dönmüştür. Bu ortamda ne rejim taviz vermek konusunda istekli olacak ne de muhalifler zayıf konumda siyasi geçişi müzakere etmek isteyecektir.

– Rejimin sahada güçlü olması muhaliflerin kırmızı çizgisi olan “Esad’ın iktidarı bırakması” seçeneğini anlamsız kılmaktadır. Bu durum taraflar arasında bir “uzlaşmaz karşıtlık” yaratmaktadır.

– Anlaşma ve barış ancak güçlüler arasında yapılabilir. Buna karşılık Cenevre 2 Konferansı’nda muhalif kanattaki temsilcilerin sahadaki muhalifleri temsil gücü sınırlıdır. Silahlı muhalefetin yükselen gücü İslami – Selefi koalisyonlar Cenevre’de temsil edilmemektedir. İç savaşın önemli cephelerinden biri haline gelen Kürtlerin temsili konusunda sıkıntı yaşanmaktadır. Cenevre 2 Konferansı’na bazı Kürt partileri Koalisyon çatısı altında katılırken PYD katılmamıştır. PYD şu anda toplumsal destek açısından en güçlü ve askeri güce sahip tek Kürt hareketi konumundadır. Dolayısıyla PYD’nin yer almadığı Cenevre 2 Konferansı’nın Kürtlerin temsili açısından eksik kaldığı söylenebilir. Cenevre 2 Konferansı’nın devam ettiği bir dönemde PYD öncülüğünde üç parçalı Kürt bölgelerinde özerk bölgeler ilan edilmiştir. Dolayısıyla yeni Suriye’nin nasıl olacağına ilişkin bir tarafta görüşmeler yürürken, Suriye’de görüşmelerden bağımsız olarak tek taraflı özerklik ilanları gerçekleşmektedir.

– Temsiliyet sorunu Cenevre 2 Konferansı’nda bir uzlaşı olsa dahi bunun sahada nasıl uygulanacağı konusunda soru işaretleri doğurmaktadır.

– Cenevre 2 Konferansı’nda sağlanabilecek en büyük başarılardan biri de El Kaide bağlantılı Irak ve Şam İslam Devleti örgütünün ortak tehdit olarak kabul edilmesi ve her şeyden önce bu tehdidin ortadan kaldırılması yönünde karar alınması olabilir.

Cenevre 2 Konferansı’nda ulaşılması beklenen en önemli hedef rejim ve muhaliflerin içinde olacağı bir geçiş hükümetinin kurulması idi ancak bu gerçekleşmedi. Konferans’ın ilk oturumunda insani konularda dahi somut adım atılamamıştır. Suriyeli sivillere insani yardım koridorlarının açılması kararı alınamamıştır. BM ve Arap Ligi Özel Temsilcisi Lahdar İbrahimi ilk oturum sonrasında rejimin, kuşatma altındaki Humus’un muhalif kontrolündeki bölgelerinden kadın ve çocukların çıkışına izin vermeyi kabul ettiğini duyurmuştur. Suriye Enforasyon Bakanı Umran Zubi, Cenevre 2 Konferansı’na ilişkin tek olumlu adım olarak sunulan bu gelişmenin esasen Konferans öncesinde rejim ve Kızıl Haç Örgütü arasında varılan bir anlaşma olduğunu duyurmuştur. Bu açıklama bile rejimin muhaliflere taviz verme konusunda ne kadar katı olduğunu göstermektedir.

Taraflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlık durumu ve muhaliflerin temsiliyet gücünün zayıflığı nedeniyle somut bir adım atılamamıştır. Ancak iyimser bir bakış açısıyla; iki tarafın aynı masada bir araya gelmesi, görüşmeleri terk etmemesi ve Şubat ayının ikinci haftasında tekrar bir araya gelme kararı alması olumlu gelişmelerdir. Bunlar diyalogun devam edeceği anlamına gelir ki somut kararların önümüzdeki dönemde alınması umutlarının korunmasını sağlamıştır. Geçiş hükümetinin oluşturulması, iktidar devri ve ateşkes gibi konular yakın ve orta vadede halen müzakere edilebilir değildir. Ancak müzakerelerin devam edecek olması; sivillere yardım ulaştırılması, tutuklu değişimi, bazı mültecilerin geri dönmesi gibi konularda anlaşma sağlanmasına imken verebilir. Diğer bir olumlu boyut, rejim ve siyasi muhalefetin birbirlerini meşru temsilciler olarak kabul etmesidir. Bu açıdan her iki tarafın geri adım attığını söylemek mümkündür.

Cenevre 2 Konferansı’nın kendi başına ateşkes, iktidar devri, geçiş hükümeti gibi konularda çözüm üretmemesi mümkün değildir. Bu konularda gelecekte karar alınabilmesi açısından zemin hazırladığı söylenebilir. Bu tarz kritik konulara ancak sahada rejim ile muhalifler arasında daha dengeli bir ortam oluştuğu noktada geçilebilecektir. Şu aşamada her iki taraf maksimalist talepler öne sürmektedir. Bu da uzlaşmayı imkansız kılmaktadır. Sahadaki durumun dengeye ulaşması tarafları daha gerçekçi bir çizgiye çekecektir. Suriye iç savaşı bölgesel ve küresel güçlerin müdahil olduğu vekaleten savaşa da dönüşmüştür. Dolayısıyla Cenevre sürecinin kritik konularda başarı sağlayabilmesinin diğer koşulu tüm dış aktörlerin siyasi çözüm konusunda uzlaşması ve iç savaşa askeri yöntemlerle çözüm bulma çabasında olan, karşıt kampları destekleyen ülkeler arasında mutabakat sağlanmasıdır.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// SABAH – ATV SATIŞI İLE İLGİLİ YOLSUZLUK DOSYASI /// TOPLAM 9 VİDEO

VİDEO LİNK :

ARAŞTIRMA DOSYASI : Halep’te Türkmenlerin Çobanbey Direnişi

Oytun Orhan

ORSAM Ortadoğu Uzmanı

Suriye’de en güçlü silahlı muhalif gruplardan İslami Cephe, Halep şehir merkezi ile Türkiye sınırı arasında kalan kırsal bölgede son dönemde Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD)’ne karşı üstünlük sağlamıştı. Kuzey Halep bölgesinden büyük ölçüde çekilmek durumunda kalan IŞİD Rakka’ya yoğunlaşarak Vilayetin neredeyse tamamını kontrol altına almıştı. IŞİD, Rakka’da toparlandıktan sonra çekilmek durumunda kaldığı Kuzey Halep bölgesine 27 Ocak tarihinden itibaren yoğun bir saldırı başlatmıştır. Şu an itibarıyla Cerablus ve Munbiç gibi yerleşim yerlerinin kontrolünü İslami Cephe’den geri almıştır.

Kuzey Halep bölgesinde ve Türkiye-Suriye sınır hattında Azaz-Cerablus arasında kalan bölgede yoğun olarak Türkmenler yaşamaktadır. Türkmenlerin yaşadığı köylerde kontrol Özgür Ordu’ya bağlı Türkmen birliklerde olmakla birlikte bölgenin genelinde güvenliği başta Tevhid Tugayı olmak üzere İslami Cephe’ye bağlı gruplar sağlamaktaydı. IŞİD’in başlattığı son saldırılar neticesinde İslami Cephe ve Türkmen birlikler büyük yerleşim yerlerinden çekilmek durumunda kalmış ve Kilis’e bağlı Elbeyli ilçesinin karşısında yer alan Türkmen kasabası Çobanbey’e çekilmek durumunda kalmıştır. Birlikte hareket eden İslami Cephe ve Türkmen birlikler açısından Çobanbey’e çekildikten sonra iki seçenek kalmıştır. Sınırı geçerek Türkiye’ye sığınmak ya da ellerinde kalan son büyük yerleşim yeri Çobanbey’de IŞİD’e karşı direnmek.

Türkmenler ve İslami Cephe Çobanbey’de direnmeyi seçmiştir. 27 Ocak tarihinden bu yana Çobanbey’de IŞİD ile Türkmenler arasında yoğun çatışmalar sürmektedir. İlk aşamada Türkmenler ve İslami Cephe IŞİD’e karşı başarı sağlamıştır. IŞİD’in Çobanbey’e bağlı Tal Ayşa ve Kap Viran köyleri tarafından gerçekleştirdiği saldırılar püskürtülmüştür. IŞİD bunun üzerine Çobanbey’i havan topu saldırısı ile bombalamaya başlamıştır. Bu saldırılar nedeniyle Çobanbey halkının önemli bir kısmı kasabayı boşaltmak durumunda kalmış ve Türkiye’ye göç etmiştir. Bir gecede 3500’ü aşkın Türkmen Türkiye’ye geçiş yapmıştır. İlk çatışmaların ardından Çobanbey kasabasının 4 kilometre güneyindeki Tal Ayşa ve Cuppun Türkmen köylerine konuşlanmış IŞİD ile Türkmen ve İslami Cephe savaşçıları arasında çatışmalar yeniden başlamıştır. Türkmenler karşı saldırı gerçekleştirerek IŞİD mevzilerini bombalamaya başlamıştır. Tal Ayşa, Alıcı ve Toyran köyleri civarlarında yaşanan çatışmalarda IŞİD tarafından 50’nin üzerinde terörist öldürülmüş, örgüte ait birçok araç ve ağır silah imha edilmiştir. IŞİD bunun üzerine Çobanbey kasabasına bağlı köylerdeki Türkmen evlerini basarak Türkmen askeri birlikleri savaşçılarının akrabalarını tutuklamaya başlamıştır. Taraflar arasındaki çatışmalar Türkiye’ye de sıçramıştır. Hudut hattında TSK’nın iki aracına hafif silahla ateş açılması üzerine TSK karşılık vermiştir. TSK’dan yapılan açıklamada “Çobanbey hudut hattında TSK’nın iki aracına hafif silahla ateş açıldığı, TSK’nın misliyle karşılık verdiği, IŞİD’a ait üç aracın imha edildiği ve IŞİD konvoyundaki pikap, kamyon ve otobüslerin tahrip edildiği” bilgisi paylaşılmıştır.

Çobanbey çevresinde yaşanan çatışmaların birkaç açıdan önemi olduğu söylenebilir:

1. Suriye’deki en önemli iki Türkmen bölgesinden biri olan Halep Türkmenlerinin zorunlu göçe maruz kalması ve Türkmen bölgelerinin boşalması.

2. Türkiye’nin Suriye olan sınırının önemli bir kısmının El Kaide bağlantılı IŞİD tarafından kontrol ediliyor olması ve bunun yarattığı güvenlik riskleri.

3. Hem IŞİD tehdidinin artması hem de Türkiye’nin akraba topluluğu Türkmenlere yönelik sınırının hemen yanı başındaki saldırıların Türkiye’yi sınır bölgesinde çatışmanın içine çekmesi olasılığı. TSK’nın IŞİD konvoyuna saldırısı örnek olarak kabul edilebilir.

Suriye Türkmenleri ülke geneline yayılmış olmakla birlikte Halep ve Lazkiye Vilayetlerinin Türkiye sınırına yakın bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Bayır-Bucak olarak bilinen Lazkiye Türkmen bölgeleri rejimin saldırıları nedeniyle neredeyse tamamen boşalmıştır. Köylerin büyük bölümü Türkmen birliklerin kontrolü altında olsa da rejimin havadan saldırıları devam ettiği için halk Türkiye’ye göç etmiştir. Halep Türkmen bölgeleri ise son çatışmalara kadar böyle bir sorun ile karşı karşıya değildi. Azaz ve Cerablus arasında kalan Türkmen bölgeleri muhaliflerin kontrolü altındaydı ve halkın neredeyse tamamı köy ve kasabalarında yaşamaya devam ediyordu.

Yaşanan çatışmalar neticesinde Halep Türkmen bölgelerinden Türkiye’ye doğru yoğun göç dalgası başlamıştır. Bu durumda Suriye’deki en önemli iki Türkmen bölgesinde büyük ölçüde nüfus kalmamış olacaktır. Bayır-Bucak bölgesinde IŞİD’in üstünlüğü olmasa da varlığı söz konusudur. Yakın zaman önce Türk basınında IŞİD’in Bayır-Bucak’ta Türkmen sivillere yönelik katliamlarına ilişkin haberler çıkmıştır. IŞİD tehdidinin varlığı zaten azalmış olan Bayır-Bucak Türkmen nüfusunun tamamının Türkiye’ye göç etmesine neden olabilir. Aynı şekilde Halep’te çok daha güçlü olan IŞİD’in sivil halka yönelik katliama başlaması Halep Türkmen bölgelerinin tamamen boşalmasını beraberinde getirebilir. Rakka Vilayeti’nde ise zaten az sayıda olan Türkmenler, Vilayet’in en güçlü örgütü konumundaki IŞİD karşısında hiçbir varlık gösterecek durumda değildir. Çobanbey’deki çatışmalar Rakka Türkmenlerini de olumsuz etkileyebilir.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Başbakan Erdoğan’ın Tahran Ziyareti : Türkiye-İran İlişkilerinde Yeni Bir Dö nüm Noktası

Yrd. Doç. Dr. Bayram Sinkaya

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 28-29 Ocak 2014 tarihlerinde İran’ın başkenti Tahran’a resmi bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaret, son yıllarda çeşitli nedenlerle bir sarsıntı geçiren Türkiye-İran ilişkilerinin gelişmesi açısından yeni bir dönüm noktası olmuştur. Bu çalışmada Erdoğan’ın Tahran ziyareti bağlamında Türkiye-İran ilişkilerinin dönüşümü ve iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesinin önündeki potansiyel engeller tartışılmıştır.

İkili İlişkilerde Dönüm Noktası: “Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi”

Başbakan Erdoğan’a Tahran ziyareti sırasında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Ekonomi Bakanı Nihat Zeybek eşlik etmiştir. Erdoğan ziyaret kapsamında İran’daki muadili Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı İshak Cihangiri, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Rehber Ayetullah Hamanei ile görüşmüştür. İkili ilişkiler ve bölgesel meselelerin ele alındığı bu görüşmelerde, iki ülkenin bölgesel meseleler karşısındaki ortak kaygıları ve beklentileri ile iki ülke arasında ticaret hacminin 2015’te 30 milyar dolara çıkarılması temennileri ifade edilmiştir. Ziyaret sırasında üç anlaşma ve bir bildiri (“Türkiye ve İran arasında Ortak Ticaret Komitesi Kurulmasına Dair Anlaşma”, “Tercihli Ticaret Anlaşması” ve İran Haber Ajansı (IRNA) ile Anadolu Ajansı (AA) arasında İşbirliği Anlaşması) imzalanmıştır.

Ziyaretin en önemli sonucu Cumhurbaşkanı Ruhani ile Başbakan Erdoğan arasında “Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi kurulmasına dair ortak siyasi bildiri”nin imzalanmış olmasıdır. Son on yılda Türkiye-İran ilişkilerinde kaydedilen olumlu gelişmelere karşın iki ülke arasındaki işbirliğinin daha ileriye götürülebilmesinin önünde her iki ülkenin de bazı rezervleri vardı. Bu nedenle geçen on yılda Türkiye’nin en önemli dış politika araçlarından birisi olan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi anlaşmaları çok sayıda ülke ile imzalanmış, ama İran ile imzalanması gündeme bile gelmemişti. Keza İran yönetiminin Türkiye ile bölgesel işbirliği konusunda çok istekli görünmesine rağmen Türk yetkililer bu konuda İran’ın beklentilerini karşılamaya yanaşmamıştı.

Türkiye’nin İran’a karşı bu ihtiyatlı bakışının başlıca iki nedeni vardı. Bunlardan birincisi İran’ın ABD ve Batılı ülkelerle ilişkilerinin giderek bozulması idi. Bir yandan nükleer programı üzerindeki tartışmalar, diğer yandan Ahmedinecad hükümetinin “radikal dış politikası” dolayısıyla İran giderek uluslararası sistemden izole edilirken, Türkiye’nin kimi karşı çıkışlarına rağmen geleneksel ittifak ilişkilerinin hilafına bu ülkenin yanında durması çok zordu. Türkiye’nin İran’a karşı rezervlerinin ikincisi sebebi ise İran yönetiminin izlediği bölgesel politikalardan duyduğu bazı endişelerdi. Bölgenin tedrici şekilde ekonomik ve siyasi anlamda “liberalleşmesi” ile “bölgesel istikrarı” savunan Türkiye, İran’ın bölgede, Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelere yönelik olarak izlediği dış politikayı “istikrarsılaştırıcı” bir faktör olarak görmeye başlamış, bu nedenle bölgesel meselelerde İran’dan uzaklaşmıştır.

Bu çerçevede Ağustos 2013’te İran’da yaşanan hükümet değişikliği ve yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin dış politikada çatışma yerine diplomasiye ve işbirliğine önem veren bir yaklaşım benimsemesi, Türkiye’nin İran hakkındaki rezervlerinin ortadan kalkmasını sağlamıştır. Ruhani’nin nükleer meselede uzlaşmacı bir tavır izleyerek bu konuda somut ilerlemeler kaydetmesi ve İran’ın bölge ülkeleri ile ilişkilerinin geliştirilmesine öncelik vermesi Türkiye’den de olumlu karşılık bulmuştur. Bu gelişmeler iki ülke arasında “Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi”nin kurulmasının gündeme gelmesini sağlamıştır ki bu gelişme her iki ülkenin de ikili ilişkilerini kapsamlı bir şekilde geliştirme niyetini ifade etmektedir.

Ankara-Tahran İlişkilerinin Rasyonelleşmesi ve Kompartmanlaşması

Türkiye-İran ilişkilerinde kaydedilen bu olumlu gelişme, iki ülke arasındaki bütün sorunların çözüldüğü ve özellikle bölgesel meseleler karşısındaki görüş ayrılıklarının giderildiği anlamına gelmemektedir. Mevcut sorunlara ve görüş farklılıklarına rağmen ikili ilişkilerde kaydedilen bu olumlu gelişme, Türkiye-İran ilişkilerinin “rasyonelleştiğini” ve “kompartmanlaştığını” göstermektedir. İkili ilişkilerdeki rasyonelleşme ve kompartmanlaşma süreci 2000’lerin hemen başlarında ortaya çıkmıştır. Rasyonelleşme, ihtilaflı noktaların geri plana itilerek iki ülke arasındaki işbirliği noktalarının ve ortak çıkarların öne çıkarılmasını sağlamaktadır. Kompartmanlaşma ise tarafların ikili siyasi, güvenlik, kültürel, iktisadi ilişkileri ile bölgesel düzeydeki ilişkilerinin ayrı ayrı ele alınması anlamına gelmektedir. Böylece ikili ilişkilerdeki alt-alanlardan birisinde meydan gelen olumsuz gelişmelerin diğer ilişkileri olumsuz etkilemesinin önüne geçilmektedir.

Ankara-Tahran ilişkilerinin rasyonelleşmesi ve kompartmanlaşması açısından son birkaç yıl önemli bir test olmuştur. Zira hatırlanacağı üzere 2011’de Türkiye topraklarında NATO Füze Kalkanı Programı çerçevesinde Amerikan radarlarının konuşlandırılması, patriot sistemlerinin Türkiye-Suriye sınırına yerleştirilmesi, hem Irak’ta hem de Suriye’deki gelişmeler üzerinden Türkiye ile İran’ın karşı karşıya gelmesi Ankara-Tahran ilişkilerini ciddi şekilde tehdit etmiştir. İlginçtir, Ankara-Tahran ilişkilerinin ciddi şekilde tehdit altında olduğu bu dönemde Türkiye ile İran arasındaki ticaret hacmi rekor kırarak 2012’de 22 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu başarı, iki ülkenin ihtilaflı noktaları bir yana bırakarak işbirliği yapabildiklerini göstermektedir.

Türkiye-İran İlişkilerinin Önündeki Potansiyel Engeller

Önümüzdeki aylarda İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Türkiye’ye resmi bir ziyaret yapması beklenmektedir. Bu ziyaret sırasında da muhtemelen yeni anlaşmalar imzalanacaktır. Bununla birlikte, ikili ilişkilerdeki rasyonelleşme ve kompartmanlaşmaya rağmen Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin ilerlemesinin önünde birtakım potansiyel engeller vardır.

Her şeyden önce Türkiye ile İran arasındaki karşılıklı üst düzey ziyaretler sırasında mutat olduğu üzere iyi niyet ve işbirliği mesajları verilmekte, bazı anlaşmalar yapılmaktadır, fakat söz konusu anlaşmaların hayata geçirilmesinde bazı problemlerle karşılaşılmaktadır. Bu problemler bürokratik veya teknik engeller şeklinde olabilmektedir, ama esas sorun siyasi iradenin anlaşmanın takipçisi olmamasından kaynaklanmaktadır. Ankara ile Tahran arasında imzalanan ama uygulanmasında problemle karşılaşılan çok sayıda anlaşma vardır. Mesela iki ülke arasında 2007’de Türkiye’nin İran’da doğalgaz araması, çıkarması, işlemesi ve pazarlamasına dönük enerji işbirliği anlaşması uzun süre gündemde kaldıktan sonra rafa kaldırılmıştır. Keza, Başbakan Erdoğan’ın gezisi sırasında imzalanan “tercihli ticaret anlaşması” yıllardır gündemdeydi. Hatta 2011’de Cumhurbaşkanı Gül’ün Tahran ziyareti sırasında imzalanması beklenen bu anlaşma ancak şimdi imzalanabilmiştir.

İkili ilişkilerin önünde bir başka potansiyel engel olarak İran’da Ruhani hükümetinin güç kaybetmesinden bahsedebiliriz. Yukarıda değinildiği üzere Ruhani’nin İran dış politikasına getirdiği yeni yaklaşım, Türkiye’nin İran’a karşı rezervlerinin ortadan kalkmasını sağlamıştır. Türkiye’nin bu dönemde İran’a olumlu yaklaşımı aynı zamanda Ruhani hükümetinin desteklenmesi ve cesaretlendirilmesi yönünde bir adım olarak değerlendirilebilir. Fakat İran’daki siyasi dengeler açısından bakıldığında Ruhani hükümetinin siyasi geleceği ve kapasitesi büyük ölçüde İran’ın nükleer meselesinin çözümünde göstereceği performansa ve başarıya bağlıdır. Ruhani’nin bu cephede başarısızlığa uğraması, İran siyasetindeki dengelerin yeniden değişmesine neden olabilir. Buna bağlı olarak İran siyasetinde ve dış politikasında meydana gelebilecek yeni gelişmeler Türkiye-İran ilişkileri için de yeni sorunların doğmasına sebep olabilir.

ARAŞTIRMA DOSYASI : KATEGORİZE EDİLMEMİŞ BİR ÇOK KONUDA GİZLİ RAPORLAR VE KAYITLAR

NOT : DÖKÜMANLAR İNGİLİZCE’DİR.

DÖKÜMANLARI BURADAN İNDİREBİLİRSİNİZ.

ARAŞTIRMA DOSYASI : ABD HAVA KUVVETLERİNİN GİZLİ UÇAK TEKNOLOJİSİ İLE İLGİLİ KAYITLAR

NOT : DÖKÜMANLAR İNGİLİZCE’DİR.

DÖKÜMANLARI BURADAN İNDİREBİLİRSİNİZ.

YÜKSEK STRATEJİ TÜRKİYE

strateji, istihbarat, güvenlik, politika, jeo-politik, mizah, terör, araştırma, teknoloji